ANASAYFAEKONOMİ-FİNANSKALKINMA EKONOMİSİ VE EKONOMİK KALKINMA TARİHİTÜRK VE OSMANLI TARİHİ

MERKANTİLİZM ANLAŞILMADAN BATI KAPİTALİZMİ ANLAŞILAMAZ

Last Updated on 07/01/2025 by ahmet can ayışık

blank

Merkantilizm, bir ekonominin ihracatını en üst düzeye çıkarmak ve ithalatını en aza indirmek için tasarlanmış milliyetçi bir ekonomi politikasıdır. Avrupa kapitalizminin ulusal zenginleşmedeki temel  ekonomik aracı MERKANTİLİZM anlayışı olmuştur. Avrupa ve dolayısıyla da ABD zenginleşmeci felsefesini anlamadan “Batı Kapitalizmi”ni anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. “Az Gelişmiş” ya da sonradan modalaştırılan söylem ile “Gelişmekte Olan Ülkeleri” yönetenler bu gerçeği anlamadan, “Gelişmiş Batı Ülkeleri” ile yaptıkları ticaret ile ülkelerini kalkındıramaz ve halklarını zenginleştiremezler. Osmanlı da bu ekonomik gerçeği anlamadan yükselen Batı kapitalizmi karşısında eriyip gitmişti. Bu nedenle, Anadolu Ajansı’nın aşağıdaki haberini okuyunca, daha önce bu sitede yayınladığım uzun makalenin ilgili bölümünü yeniden paylaşmakta fayda gördüm.

Önce AA haberine bakalım: 

Anadolu Ajansı, 3.1.2025 tarihli haberine göre: “ABD Başkanı Joe Biden, ulusal güvenliği gerekçe göstererek, ABD’li çelik üreticisi US Steel’in Japonya’nın en büyük çelik üreticisi Nippon Steel’e satılmasını engellemek için harekete geçti. (https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bidendan-us-steelin-japon-sirkete-satisina-engel-/3441310)

Biden, yaptığı yazılı açıklamada, çelik üretimi ve çelik işçilerini ülkenin “belkemiği” olarak nitelendirerek yerli ve güçlü bir çelik endüstrisinin ulusal güvenlik açısından önemli bir öncelik ve dayanıklı tedarik zincirleri için kritik öneme sahip olduğunu vurguladı. ABD’li şirketlerin Amerika’nın ulusal çıkarları adına mücadeleye liderlik etmeyi sürdürmesi gerektiğini belirten Biden, US Steel’in Nippon Steel tarafından satın alınmasının Amerika’nın en büyük çelik üreticilerinden birini yabancı kontrolüne sokacağını ve ABD’nin ulusal güvenliği ile kritik tedarik zincirleri için risk oluşturacağını bildirdi. Biden, “Bu yüzden bu anlaşmayı engellemek için harekete geçiyorum.” ifadesini kullandı.

AVRUPA’DA ZENGİNLEŞME ARACI MERKANTİLİZM, ULUS DEVLET VE SERBEST TİCARET MASALI

 

Şimdi, bir zenginleşme öyküsü anlatacağız. Bu öyküde “MERKANTİLİZM, KAPİTALİST ÜRETİM TARZI, ULUS DEVLET, SÖMÜRGECİLİK” ve “SANAYİ DEVRİMİ” kavramlarının ne anlama geldiğini çok iyi anlayacaksınız. Sonrasında da Avrupa tipi bir sanayileşme örneği olarak İngiltere’nin ekonomik zenginleşme öyküsünün temeli ve bir “SERBEST TİCARET MASALI OLARAK AFYON SAVAŞLARI” örneğini anlatarak yazımıza son vereceğiz. Bu arada, yazımızın içinde “OSMANLI EKONOMİSİNİN ANTİ-MERKANTİLİST YAKLAŞIMLARINI” ele alan ayrı bir bölüm de var.

blank

Önce, feodal dünya düzenini değiştiren cinin şişeden nasıl çıktığına genel olarak bakalım.

15.YY’da Avrupalıların gerçekleştirdiği “Coğrafi Keşifler”e kadar dünyanın uygarlık merkezi Asya kıtasıydı. Asya, sadece uygarlık merkezi olmakla kalmıyor, Avrupa ile yapılan ekonomik ticarette ekonomik fazla da veriyordu. İlave olarak, coğrafi keşifler sonucunda bulunan yeni topraklardan Avrupa’ya değerli maden (altın ve gümüş) akmaya başlayıncaya kadar, Avrupa’da büyük bir para darlığı hüküm sürmekteydi.

Tam miktarı için farklı kaynaklarda farklı rakamlar olmakla birlikte, bir fikir vermesi açısından yazalım: 15-18.YY arasındaki dönemde Amerika kıtasından Avrupa’ya akışı sağlanan değerli maden miktarının; 2,5 milyon kilo civarında altın, 100 milyon kilo civarında gümüş olduğu tahmin edilmektedir. O zamanın ekonomilerinin değerli madenden oluşan para sistemleri üzerinden döndüğünü unutmadan, maden para darlığı içerisindeki Avrupa ekonomisine yaklaşık 300 yıllık bir süre içerisinde (sadece bir kaynaktan) akışı sağlanan böyle büyük miktardaki madenlerin dolaşımdaki para miktarını patlatması, mevcut ekonomik ortamda çok önemli devrimsel değişiklikler meydana gelmesinin başlıca nedenlerinden biridir. Amerika kıtasından gelen madenlerin çok önemli bir kısmı para basımına gitmiş, 16-17.YY arasında Avrupa’da 1 milyar dolar civarında ilave para basılmış ve 17.YY’da Avrupa ekonomisinde dolaşımdaki madeni para miktarı yaklaşık 12 kat artmıştır.

Para arzındaki bu hızlı artış nedeniyle, Avrupa’da yüksek enflasyonlu bir ekonomik ortam ortaya çıkmıştır. Yani, para bollaşınca karşılığında alınabilecek malların paraya göre değeri artmıştır. Buna “fiyat devrimi” denildiği de olur. Sözkonusu fiyat devriminin meydana gelişiyle ilgili olarak, 1990’lı yıllara kadar paranın miktar teorisi ağırlıklı yaklaşımlar öne çıkarken, sonrasında paranın dolaşım hızı ve artan kredili-ticari ilişkileri öne çıkaran görüşlerin iktisatçılar arasında daha fazla kabul görmekte olduğunu da vurgulamakta fayda var. Bence olayın özünü çok değiştirmiyor.

Ekonomide böyle hızlı bir fiyat devrimi olduğunda, toplumu oluşturan farklı unsurların bundan konumlarına göre farklı derecelerde etkilenmesi de doğaldır. Avrupa’da da genel olarak böyle olmuştur. Örneğin, sabit gelirli devlet bu fiyat devrimine dolaşımdaki parayı tağşiş ederek cevap verdiğinde, yani, para içindeki kıymetli maden miktarını düşürerek, daha az değerli maden içeren yeni para ile piyasadaki artan mal fiyatlarını dengelemek istediğinde, Kötü para iyi parayı kovmuştur (Gresham Kanunu). İyi para içindeki değerli madenler bir grubun zenginleşmesine gitmiştir. Örneğin, toprak sahipleri (senyörler), topraklarının kiralama bedellerini yükselttiklerinde, köylüler, aynı toprakta ekip-biçmeye daha fazla kira ödemek zorunda kalmışlardır. Köylüler daha da yoksullaşmıştır. Köylülerin bir kısmı yeni kirayı ödeme gücü olmadığı için feodal haklarından vazgeçerek toprağını terk etmişlerdir. Örneğin, toprak sahibi/lord, köylülerin boşaltmasından ya da paraya ihtiyacı olduğundan yükselen fiyattan toprağını satmıştır. Örneğin, böyle bir para devrimi olduğunda, geliri sabit olmayıp, artan fiyatları anında malın fiyatına yansıtabilen gelir grupları daha hızlı gelişmiştir. Tüccarlar ve para ticareti yapan tefeciler/bankerler gibi gruplar böyle bir ekonomik ortamdan çok karlı çıkmışlardır. Sonuçta, para, bu ekonomik devrimden farklı etkilenen çeşitli gruplar arasında farklı şekilde el değiştirmiş, “para devrimi ile ticaret devrimi” birbirini tetiklemiş, para ve servet öncekinden farklı şekilde yeniden bölüşülmüştür. 

Diğer yandan, bu dönemde deniz ulaşımının rolü önemlidir. Gemi inşaatı ve denizcilikteki teknik ilerlemeler, taşımacılık faaliyetlerinde deniz yolu kullanımının payını çok büyütmüştür. Dolayısıyla, bu dönemde kapitalist üretimde, ticaret ve ilişkili faaliyetlerde çok hızlı gelişmeler olmuştur. Avrupa’da güçlenen kapitalist sınıf (elinde para toplanan orta sınıf ya da burjuvazi) yavaş, fakat kararlı bir şekilde ekonomik ve toplumsal sistemin egemen sınıfı haline gelerek, soyluluğun tahtını ele geçirmeye başlamıştı. Avrupa’da, Ortaçağ ve feodalizmin ardından, hızla ekonomik ve toplumsal egemenliği eline geçirmeye başlayan bu burjuva sınıfı, ulus (=milli) devletlerin ortaya çıkışında hem önemli rol oynamış, hem de bu yeni devlet yapısıyla birlikte kendisi de gelişmiştir. Böylece, Avrupa’da yeni monarkların, feodal rakiplerini alt etme ve devleti tek bir merkezi iktidar altında birleştirme çabalarında destek olarak genellikle burjuvaziden (kapitalistlerden) yararlandıkları yeni bir dönem başlamıştı.

Monarklar ile burjuvalar arasında kurulan yeni ittifak, dönemin monarklarına en çok ihtiyaç duydukları ekonomik desteği sağlarken, Avrupalı burjuvaları/kapitalistleri de feodalizmin bölünmüş pazarlarından, birbirinden farklı kurallarından, düzenlemelerinden, kanunlarından, ölçülerinden, paralarından kurtararak, “KAR MAKSİMİZASYONCU” ekonomik girişim ve gelişmelerine güçlü askeri koruma sağlamıştı. Avrupa’da feodalizmin yıkılmasıyla birlikte yükselen yeni yapılanma: “Ulus devlet=Güçlü devlet=Güçlü ekonomi=Güçlü pazar=Güçlü emek piyasası=Güçlü ordu” demekti. Benim “Güçlü” yazdığım yerlere “büyük” sözcüğünü de yazabilirsiniz. Olayın özü değişmez.

İngiltere’nin resmi birliğinin oluşumu çok daha önce olsa da VII.Henry (1485-1509) Tudor monarklar soyunu kurana kadar İngiltere’nin gerçek birliği tam anlamıyla sağlanmış değildi. Ardından gelen VIII.Henry (1509-1547) ve I.Elizabeth (1558-1603) yönetimlerinde ulus anlayışının egemen oluş sürecinin tamamlanabilmesi, ancak,  kontlukların ve kentlerin orta sınıflarını temsil eden temsilcilerin oluşturduğu “İngiliz Parlamentosu”nun da oluşum ve desteği  ile mümkün hale geldi. İngiliz Parlamentosu’nun ya da burjuva orta sınıfların üstünlüğünün tam olarak kurulmasının, genellikle 1648 ve 1688 devrimleriyle 17.YY’da gerçekleştiği kabul edilmektedir.

Avrupa’daki diğer önemli kapitalist ulusal devletler de yine bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. Charlemagne sonrasında Fransa’nın birliğini etkili bir şekilde sağlayan ilk kral; 15.YY’da, XI.Louis (1461-1483) idi. 1469 yılında Aragon’lu Ferdinand ile Kastilya’lı Isabella’nın evliliği ve ardından Mağribileri yenilgiye uğratmaları, 15.YY’da İspanya’nın birliğini sağladı. Avrupa’daki ilk önemli ulus devletlerin dördüncüsü ise tahakkümü altında oldukları İspanyolları 1690’da kovarak 15.YY’da bağımsızlığını kazanan Felemenk Cumhuriyeti’ydi. Felemenk Cumhuriyeti denildiğinde okuyucunun duraksadığını tahmin ederek bir küçük açıklamaya yer verelim: Avrupa’da Ren Irmağı deltası çevresindeki “Çukur Ülkeler” (Alçak Ülkeler, Aşağı Ülkeler) olarak anılan, şimdiki Hollanda ile Belçika’nın kurulmasına kadar varlığını sürdüren çeşitli kontluk ve dukalıklar ile sonradan doğan devlete 1830 yıllarına kadar verilmiş olan addır. Gerek Avrupa ve gerekse de Osmanlı tarihinde Felemenk terimi, 16.YY ortalarından başlayarak Burgonya Dukalığı çevresini meydana getiren 17 eyaleti içeren geniş bir bölgeyi tanımlar. Sözkonusu topraklar, başta Hollanda olmak üzere, Belçika, Lüksemburg, Fransa ve Almanya’nın bir bölümünü kapsamaktaydı. O zamanlardaki Birleşmiş Hollanda Krallığı’nın yerini, sonradan daraltılmış şekilde bugünkü Hollanda Krallığı almıştır.

1.MERKANTİLİZM KAVRAMININ ANLAMI VE ÖNEMLİ MERKANTİLİST UYGULAMALAR

Merkantilizmin esası, “ülkenin, devlet kontrolünde ekonomik ve siyasal yönden büyümesini/güçlenmesini sağlayacak doğrultuda ekonomi politikası uygulanması” düşüncesine dayanır. Avrupa’da özellikle 15-18.YY arasındaki dönemde öne çıkan “devlet hazinesinin büyütülmesi amaçlı dış ticaret fazlası verilmesi ve ülke içindeki değerli maden miktarının arttırılması” politikalarının ortak adıdır. Aslında, merkantilizm için çağdaş kapitalizmin ilk aşaması sayılan “ticari kapitalizmin temel ekonomik felsefesidir” de denilir.

1.1.Merkantilizm’in Külçecilik Aşaması

Merkantilizmin “Külçecilik” olarak adlandırılan ilk aşaması, Avrupa’nın külçe altın ve gümüş kıtlığı yaşadığı, hızla büyüyen ticaret hacmi için yeterli para miktarının dolaşımda olmadığı bir dönemde ortaya çıkmıştı. Böyle bir dönemde külçeci politikaların temel amacı, ekonomiye değerli metal akışını artırmak ve ülkeye giren değerli metallerin yurt dışına çıkışını engellemek suretiyle ülkedeki değerli metal miktarının büyütülmesini sağlamaktı. Bu anlayış, Avrupa’da (genellikle 5-15.YY arasında sürdüğü kabul edilen Ortaçağın sonlarından başlayarak) 15-17.YY’ arasındaki dönemde yaygındı. Örneğin; Amerika’dan gelen altının büyük kısmının ait olduğu İspanya, o dönemde, külçeci kısıtlamaları en uzun sürdüren ülkeydi ve altın/gümüş ihracını ölümle cezalandırmaktaydı. Buna rağmen, yabancı metalar ithaliyle elde edilen kar öyle büyüktü ki, tüccar kapitalistler yine de rüşvet vererek ya da yasa dışı olarak büyük miktarda külçeyi yurt dışına kaçırıyorlardı. Sonuçta, İspanyol hazine gemileri ile (Kalyon) Amerika’dan getirilen büyük miktarda değerli metal külçelerinin önemli kısmının diğer Avrupa ülkelerine de ulaşması -daha önce açıklanan- uzun dönemli enflasyona neden olmuştu.

Yeri gelmişken, 16.YY’da tüm bunlara paralel bir “DENİZ KORSANLIĞI” ekonomisinin ortaya çıktığını da belirtmek gerekiyor.  İngiliz, Fransız ve Hollandalı korsan gemileri Güney Amerika’dan yağmaladıkları değerli madenleri taşıyan İspanyol hazine gemilerine saldırarak, taşıdıkları değerli madenlerin bir kısmını İspanya’ya ulaşmadan ele geçiriyorlardı.  Ganimetin belli bir oranının kraliyete bırakılması şartıyla gerçekleştirilen bu saldırılar, aslında görüntüde korsan gemilerinin kullanıldığı bir “askeri özel harekat” biçimiydi. 19.YY’a kadar bu “resmi” korsan gemileri Avrupa deniz filolarının büyük kısmını oluşturmuştu. Amerika’dan İspanya’ya gelen değerli madenlerin önemli bir kısmının, doğrudan diğer ülkeler kanalıyla Avrupa ekonomilerine kanalize edilmesinin yollarından önemli biri de buydu.

1.2.Merkantilizm’in Dış Ticaret Fazlası Yaratarak Zenginleşmeci Aşaması

Başlangıçtaki külçecilik anlayışından sonra, ülke içindeki altın ve gümüşü maksimize etme yönündeki anlayışın daha genişleyerek “lehte bir dış ticaret dengesi yaratma” şekline dönüştüğünü görürüz. Yani, “ekonomiye, ülke dışına çıkandan daha fazla miktarda maden para girişinin sağlanmasının” temel yaklaşım haline geldiğini…

Böylelikle, Avrupa’da, ülkenin zenginleşmesi amacıyla, mal ihracının yanısıra, gemicilik ve sigortacılık gibi faaliyetler de teşvik edilirken (ülke insanları yapıp yabancılar ödediğinde) dışarıdan mal ve hizmet alınmasına (mal ithalatı, gemicilik, sigortacılık için yabancılara ödeme yapılması) yönelik faaliyetlere kısıtlamalar getirildiği merkantilist ekonomik uygulamaların görüldüğü bir dönem başlamıştır.

1.3.Ticaret Tekellerinin Oluşturulması

15-17.YY’da Avrupa’da külçecilik ile başlayan ve dış ticaret fazlası yaratarak devam eden merkantilist uygulamalar arasında değinmemiz gereken en önemli yöntemlerden bir diğeri de “Ticaret Tekelleri Oluşturulması”dır. Bir ülke ekonomisinde dış ticaret fazlası hedeflendiğinde; metaların İhraç değerlerinin artırılması ve ithal değerlerinin düşürülmesindeki en etkili yöntem aslında budur. Bu politikanın en iyi uygulayıcısı ise İngilizlerdi. Rekabete girmiş birden çok sayıda İngiliz tüccarın işi kapma çabası içinde fiyatı yükseltmesindense, söz konusu yabancılar ile yalnızca tek bir İngiliz tüccarın pazarlık etmesi, ülkenin o malı en düşük fiyata satın almasını mümkün hale getirebilirdi. Benzer bir şekilde, İngiliz tüccarların mallarını yabancılara daha yüksek fiyata satabilmeleri, en iyi şekilde, diğerinin müşterisini çekmek için fiyatı düşüren birden çok satıcı yerine, sadece tek bir İngiliz satıcının olmasıyla mümkün olabilirdi. İngiliz devleti, bu tür bir tekelin kurulmuş olduğu her yerde, İngiliz tüccarlarının birbirleri ile rekabet etmelerini yasaklayabiliyordu.

Benzer anlayışla (Merkantilist) hareket eden değişik Avrupa ülkeleri, ticaret tekelini garanti altına almak üzere kendi kontrollerinde sömürge imparatorlukları kurarak, rakip ülkelerin yabancı tüccarlarını dışarıda tutmaya çalıştılar. Sahip olunan sömürgeler de böylelikle memlekete ucuz fiyatlı hammaddeler sağlarken, karşılığında pahalı fiyatlı mamul malların satıldığı pazarlar haline geldiler. Avrupa ülkelerinin uyguladıkları merkantilist politikaların en önemli sonuçlarından biri durumundaki büyük sömürgeleştirme yarışı hızla devam ederken, “TİCARET TEKELLERİ” kar maksimizasyonu için yoğun şekilde kullanılmıştır.

Bununla yetindiler mi?

Elbette hayır.

1.4.Dış Ticarette Koruyucu Düzenlemeler

Batı Avrupa ülkelerinin tümünde (Hollanda hariç) tekel oluşturmanın yanında, “ihracat ve ithalat işilemlerinde geniş kapsamlı koruyucu düzenlemeler” de uygulamaya konulmuştur. İhracatçılarına, yabancılarla rekabette zorlandıklarında vergi iadesinin yapıldığı ya da bu yetmezse sübvansiyon verildiği İngiltere, muhtemelen bu düzenlemelerin en kapsamlısına sahip olan ülkeydi. İngiltere içinde kalmalarını sağlamak için uzun bir listeden oluşan hammaddeler üzerine caydırıcı ihracat vergileri konulmuştu. Böylelikle, İngiliz imalatçı tüccarlarının bu hammaddeler için yapacağı ödemelerin minimum düzeyde tutulması amaçlanmıştı. Arz yetersizliği halinde, devlet bunların ihracatını tamamen yasaklama yoluna da gidebiliyordu.

Örneğin, İngiliz dokuma endüstrisi böyle bir koruma elde etmişti. 18.YY başlarında İngiltere’nin ihracatının yaklaşık yarısını dokuma endüstrisi oluşturuyordu. İngilizler, dokuma endüstrisinde kullanılan koyun, yün, iplik, bükme yün ve benzeri çoğu hammaddenin ihracatını yasaklamıştı. Yine İngiltere’de, İthalatı caydırmaya yönelik önlemler de yaygın olarak kullanılıyordu. Doğrudan meta ithalatına getirilen yasaklamalar ve yüksek ithalat vergilendirmesi, özellikle önemli görülen ihraç sanayilerini, bunların yurt içindeki pazarlarını daraltma girişiminde bulunan yabancı rakiplerinden koruyacak şekilde son derece katı şekilde uygulanmaktaydı.

1.5.İngiliz Denizcilik Yasaları

İthalatta ve ihracatta İngiliz gemilerinin kullanılmasını teşvik etmek amacıyla 17.YY’da “İngiliz Denizcilik Kanunları” gibi çok önemli merkantilist düzenlemeler yapılmıştır. Yapılan bu düzenlemeler İngiltere’nin dünya denizciliğinde çok önemli paya sahip olmasına da büyük ölçüde hizmet eden fevkalade akılcı düzenlemelerdir.

1651 ve 1660 yıllarında İngiltere’de uygulamaya konulan sözkonusu Denizcilik Yasaları ile İngiltere’den sömürgelerine ihraç edilen ve oralardan ülkeye ithal edilen malların İngiliz gemileriyle (İngiliz malı, İngiliz sahipli ve İngiliz çalışanlı) taşınması   öngörülmekteydi.  Bu yasalara göre, bazı sömürge ürünleri yalnız İngiltere’ye satılabilecekti.  Belirlenmiş bir kısım mallar, diğer ülkelere gönderilmeden önce mutlaka İngiltere’ye getirileceklerdi. İngiltere dışındaki ülkelerden, İngiliz sömürgelerine mal ithalatı sınırlandırılmış veya tamamen yasaklanmıştı. Denizcilik yasaları ile yapılan sert ulusalcı düzenlemeler, sömürgelerdeki mevcut sanayilerin gelişimini durdurmuş ya da tamamen yok etmişti. Böylece, İngiliz sömürgeleri, İngiltere için bir pazar, İngiltere sanayisinde kullanılacak ucuz hammadde kaynağı ve ucuz emek piyasası haline dönüştürülmüştü.

Evet, dediğimiz gibi bütün bu merkantilist düzenlemeler, ekonomiye para girişini arttırmak ve para çıkışını da azaltmak amacıyla yapılmıştı. Ulusal üretimi destekleyici mahiyetteydi. Ulusal üretim, ulusal tekelleşme ve ulusal ulaşım politikası aracılığıyla İngiliz ekonomisinde ulusal servet birikiminin maksimize edilmesi amaçlanıyordu.

1.6.Avrupa’da Sanayi Devrimi – Ticari Kapitalizmden Sanayi Kapitalizmine Dönüşüm

Avrupa’daki feodalizm sonrası dönemde, güçlenen burjuva sınıfının ekonomik egemenliğini siyasal egemenliği ile pekiştirmesi olgusu, “Asya veya Doğu Toplumları”nın o dönemdeki ekonomik, sosyal ve siyasal tarihini şekillendiren dinamiklerden farklılık arz eder.

blank

Avrupa’da, ticaret aracılığıyla zenginleşen burjuva sınıfı, önce şehirlerdeki yönetimi eline geçirdi. Yani, önce şehirlerdeki siyasal iktidara sahip oldu. Avrupa’da 18.YY’a kadar olan dönem, ticaret burjuvazisinin önemli ekonomik güç kazandığı bir dönem olmuştur. 18.YY ile birlikte İngiltere’den başlayan “SANAYİ DEVRİMİ,” ticaret burjuvazisinin yanına sanayi burjuvazisinin de eklemlenmesi sürecinin hızlanmasını sağlamıştır. Avrupa’nın kırsal kesimlerinde üretilen malların, daha çok şehirlerde üretilen mallar ile mübadelesinden oluşan ticaret hadleri, genellikle tarım dışı ürünlerin lehine ve tarımsal ürünlerin aleyhine oluşmaktaydı. Bu nedenle, o dönemde şehirlilerle yapılan ticarette, şehirlilerin daha hızlı zenginleştiğini ve şehirlerdeki servet birikiminin daha hızlı olduğunu görüyoruz. Giderek şehirlerde ve yaşadığı ülkelerde ekonomik gücünü arttıran burjuva sınıfının, şehirlerde olduğu gibi ülke yönetiminde de kararlara katılmak istemesiyle ülke bazında siyasal egemenlik talebinin ortaya çıkması ise kaçınılmazdı.

Merkantilist ekonomik politikalar, yukarıda da değindiğimiz gibi ticaret ve sanayi burjuvazisinin kar maksimizasyonu hedeflerine ulaşmasını sağlayabilecek nitelikte gitgide daha merkezi ve daha güçlü merkezi otorite ihtiyacını doğurmuştu. Daha güçlü merkezi otorite ihtiyacının karşılanması için de daha büyük pazarlara sahip olacak ve bu pazarları koruyabilecek güce sahip ulusal devlet (feodal devlet organizasyonlarından daha büyük sınır ve iç tutarlılığa sahip) organizasyonlarının ortaya çıkması bir gereklilik haline gelmişti. Diğer bir deyişle, Avrupa burjuvajisinin kar maksimizasyonu amacına daha kolay ulaşabilmesinin yolu, o dönemde, feodal devlet organizasyonundan daha büyük sınırlara ve iç tutarlılığa sahip ulusal(=milli) devlet organizasyonlarına geçilmesini zorunlu kılıyordu.

Avrupa’da özellikle 15.YY’ın ikinci yarısından itibaren güçlenen ulusal devletlerin başındaki krallar, işte tam da bu nedenlerle, tüccarların/burjuvaların taleplerine uygun şekilde ulusal gelir/servet arttırıcı ticaret ve sanayiyi destekleyen, sıkı gümrüklü, ulusal ekonominin güçlendirilmesine birincil önem veren merkantilist ekonomik politikalar uygulamışlardır. Böylece, Avrupa’da egemen hale gelen merkantilist ekonomik politikalar, 18.YY’da gerçekleşen “İngiliz Sanayi Devrimi” ile ekonomik alanda ve ardından bütün dünya tarihini etkileyen “1789 Fransız Burjuva Devrimi” ile siyasal alanda devrimsel etkiler yaratmıştır. Sonuçta, Avrupa’da feodal dönemde, kilise, feodal bey ve aristokrat monark arasında paylaşılan iktidar gücü; giderek yeni ortaya çıkan burjuva/kapitalist sınıfın ekonomik gücünün siyasal güce dönüşmesiyle, önce ekonomik ve siyasal ortak olmasına, sonra da ekonomik ve siyasal egemeni olmasıyla tamamlanmıştır.

 

2.ADAM SMITH ÖNCESİ, SONRASI VE KLASİK İKTİSADIN KAR, DEĞER VE EMEK GÖRÜŞÜNE KISA BAKIŞ

Bu bölümde, devletin güçlenmesinin en iyi yolunun kapitalistlerin ya da yeni yükselen burjuva sınıfının karlarını artıracak politikalara destek vermek olduğunu düşünen merkantilistlerin, karın doğası ve kaynağı ile ilgili görüşlerine değineceğiz.

2.1.Adam Smith Öncesi İktisadi Düşünce

Merkantilist dönemin başlarında, üretimin büyük bölümü, kullandıkları üretim araçlarının mülkiyet ve kontrolüne sahip olmaya devam eden üreticiler tarafından gerçekleştiriliyordu. O dönemin kapitalistlerinin de büyük kısmı, sermayelerini çoğunlukla para ve satılacak mal stokunun oluşturduğu tüccarlardı. İşte tam bu nedenle, merkantilist yazarlar, “karın kaynağı olarak, üretim yerine daha çok alım-satım ya da mübadele işlemlerine” odaklanmışlardı. 

Sanayi sermayesi, üretim için gerekli üretim araçlarının mülkiyetinden oluşurken, ticaret sermayesi, satın alma, ulaştırma ve satış araçlarının mülkiyetinden oluşmaktaydı. Başlangıçta, ticaret sermayesi yaygın ve önemli hale gelirken, sanayi sermayesi geri plandaydı. Dolayısıyla, merkantilist yazarlar da bir yanlış değerlendirme sonucu değil, gözledikleri bu durumun doğal bir yansıması olarak, üretim yerine, karın asıl kaynağı olarak mübadeleyi görüyorlardı.

2.2.Erken Dönem Merkantilistlerin Değer ve Kar Üzerine Düşünceleri

Ticaret sermayesinin payına bir kar düşebilmesi, satılan metanın fiyatının, metanın üretilmesi, dağıtımı, depolanması, nakliyesi ve satışı için ödediği bütün bedele ilave olarak bir artık değeri kapsayacak düzeyde olmasıyla mümkündü. Ortaçağ düşünürlerinden itibaren; “bir metanın fiyatının, zanaatkarın dolaysız üretim maliyetlerini, zanaatkara geleneksel olarak uygun görülen bir hayat tarzına yetecek bir geliri ve harcadığı emek karşılığında hak ettiği emek değerini içerecek düzeyde olması” kabul edilmekteydi. Diğer bir deyişle, bir malın piyasaya arz fiyatının, zanaatkarın emeğine karşılık gelen uygun bir kazancı da kapsamak üzere “üretim maliyetleri” tarafından belirlendiği düşünülüyordu.

İlk dönem merkantilistlerinin, fiyatların (mübadele değeri) açıklanmasında, sözünü ettiğimiz üretim maliyeti yaklaşımından çok, satış konusuna odaklandıkları görülür. Değer teorisi konusundaki ilk dönem merkantilistleri üç önemli kavram üzerinde dururlar. Merkantilist yazarlardan Nicholas Barbon’dan (1640-1698) özetleyelim:

  1. Ürünlerin piyasadaki değerleri ürünlerin fiyatlarıdır. Değer hakkında en iyi karar verici piyasadır. Eski kurala göre; şeyler ne kadara satılıyorsa o kadar etmektedir”. Yani, “Valet Quantum Vendi Potest.”
  2. Ürünlerin fiyatları bunlara duyulan ihtiyaç veya kullanışlılıklarının, bu ihtiyaçları karşılayacak miktarlarla birlikte hesaplanmasıyla oluşmaktadır.
  3. Bütün malların değeri, bu malların kullanışlı olmasından doğmaktadır. Malların kullanışlılığı, insanların istek ve ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Bu malların pahalı ya da ucuz oluşu, onların bol ya da kıt oluşundandır.

Barbon döneminde, karların esas olarak mübadele eylemi içerisinde ortaya çıktığı düşünülüyor ve başlıca iki önemli kaynaktan geldiği kabul ediliyordu:

  • Birinci olarak, 16-17.YY’larda Avrupa’daki enflasyon, genel olarak stoktaki malların değerinin önemli bir şekilde artmasına yol açmıştı. Tüccarların metaları satın aldıkları zaman ile sattıkları zaman arasındaki zaman farklılığı yüksek kar düzeyi yaratmıştı.
  • İkincisi, bir ülkenin veya dünyanın farklı bölgelerindeki üretim koşullarındaki farklılıklar, bu bölgeler arasındaki kaynak, teknoloji ve emek hareketliliğinin çok düşük olması olgusuyla birleşince, farklı bölgeler veya ülkeler arasında metaların nispi fiyatlarında önemli farklılıkların oluşmasına yol açmıştı. Tüccarlar, nispeten ucuz olduğu bir bölge veya ülkeden meta satın alıp, bu metayı nispeten pahalı olduğu bir bölge veya ülkede satarak kar elde edebilmekteydiler.

Sonuçta, “metaların değerinin, üretim koşulları yerine, piyasa fiyatına bağlı olarak kavranması” şaşırtıcı değildi. Dahası, piyasa fiyatları arasındaki farklılıkların, belirli metalara yönelik satın alma gönüllülüğünün ya da arzusunun bir sonucu olarak görülmesi de gayet normaldi. Kapitalist tüccarlar arasındaki rekabetin doğal sonucu, metaların ucuza satıldığı bölgelerde talebinin, pahalı satıldığı bölgelerde de arzının artması suretiyle nispi fiyat farklılıklarının ve dolayısıyla karların azalma eğiliminde olmasıydı. Bu durumda, ilk dönem merkantilistleri “meta arzını etkileyen koşullar üzerinde kontrol sağlamayı, yüksek kar elde edilebilmesi ve bunun sürdürülebilmesi” için başlıca yol olarak görüyorlardı.

Avrupa’da merkantilist dönemin başlangıç zamanlarındaki, merkantilist politikaların düşünsel savunmaları ile Ortaçağın ekonomik düzenini destekleyen önceki dönemin düşünsel temelleri arasında bir devamlılık bulunmaktaydı. Sözkonusu düşünsel temelin özü; “Tanrının zenginleri, toplumların maddi refahının hayırsever bekçileri olarak seçtiği varsayımıyla, zenginlik ve aşırı eşitsizlikleri haklı göstermeye yarayan paternalist Hıristiyan etiğine” dayanmaktaydı. Bu düşünsel temelin simge kurumu ise Katolik Kilisesi’ydi.

Bu noktada “Paternalizm” kavramı ile ilgili birkaç söz edelim: “toplum veya aile yönetimlerinde kararların, rehber ve ideal kabul edilen kişi veya kişilerce alınmasını öngören yönetim anlayışının adıdır.” Toplum ve aile içerisinde bir hiyerarşik yapı bulunması gerekliliğine, hiyerarşide en üstte olan otoritenin yürütmeyi elinde bulundurması gerekliliğini savunan anlayıştır. Felsefi yönden Paternalizm; “Sokrates ve Platon’un siyaset felsefesi fikri olan, aile yönetimi, devlet yönetiminin bir modelidir prensibine dayanan ve halk içerisindeki doğruyu seçme yetisine sahip olan yetkinlerin verecekleri kararlarla siyasal yönetimin gerçekleşmesini savunan” bir sistemdir.  Toplumsal bakımdan bu anlayışın doğal sonucu “bir seçkinler ve soylular yönetimidir.”

Burjuva sınıfı ve kapitalist üretim tarzı yükselirken, Katolik Kilisesi de giderek Avrupa’da güç kaybetmeye başlamıştı. Bu gelişme sonucunda, merkantilist dönemdeki düşünür ve ekonomi yazarları tarafından yeni düzenin toplumsal refahını gözetmede yetkili esas kurum olarak “ulusal devlet” görülmeye başlandı.

İngiltere’nin VIII.Henry hükümdarlığında, “Roma Katolikliği”nden kesin olarak ayrılması, İngiltere için Ortaçağ kilisesinin işlevlerinin dünyevileştirilmesinin son aşamasına gelindiğini göstermekteydi. Henry yönetimi altında, İngiltere’de güçlenen merkezi otorite olarak devlet, “Tanrı’nın hükümdarlığının dünyadaki düzeninin esas koruyucusu olarak, eski evrensel kilisenin sahip olduğu rol ve işlevleri” üstlendi.

Merkantilistler, ülke içindeki ticaretten çok dış ticareti teşvik etmeyi amaçlayan önlemlerden yanaydı. Çünkü, bunun istihdama, ulusun zenginliğine ve ulusal güce daha çok katkıda bulunacağını düşünmekteydiler.

Bu dönemde sanayiyi teşvik etmek için alınan diğer önlemler arasında, “tekel patentlerinin çıkarılması” sayılabilir. İngiltere’de bu anlamda önemli ilk patent I.Elizabeth’in hükümdarlığı sırasında 1561 yılında verilmişti. Patent haklarının Avrupa sanayileşmesindeki etkilerini, aşağıda ayrı bir başlık altında daha geniş olarak ele alacağız. O bölümü özellikle okumanızı öneririm. Çünkü, çok az kaynakta değinilen bir konudur.

2.3.Sonraki Dönem Merkantilist Düşünce

Kapitalist üretim tarzı Avrupa’da egemenliğini pekiştirdikçe iki ekonomik gelişme merkantilist anlayışın yetersiz görülmesine neden olmuştu:

  • Büyük ticaret şirketlerinin tekelini korumaya yönelik çabalarına rağmen, ticaretin yayılması ve rekabetin artması, farklı uluslar ve bölgeler arasında var olan nispi fiyat farklılıklarını sürekli olarak azalttığından, fiyat farklılıklarından yararlanarak elde edilen karlar da düşüyordu.
  • Fiyat farklılıklarından kaynaklanan potansiyel karlar azaldıkça, kapitalistlerin hem üretim hem de ticari süreçler üzerindeki kontrollerinin daha fazla bütünleştirilmesi imkanları araştırılmaya başlandı.

Kapitalist üretim tarzına geçişteki önemli gelişmelerden bir diğeri de tüccarların “eve iş verme sistemini” yaratmak suretiyle üretim üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmayı başarmalarıydı. Sonrasındaysa yeni ve çok daha devrimci bir gelişme ortaya çıktı. Daha 16. YY’da Avrupa’da zanaat loncaları, lonca ustalarının statü ve gelirlerini korumak amacıyla usta olabilecek çırak ve kalfaları sayıca sınırlandırarak nispeten kapalı sistemler haline gelmişlerdi. Zamanla birçok loncada ustalar, çırakları ve kalfalarıyla yan yana çalışan emekçiler olmaktan çıkıp, üretim sürecini giderek daha çok örgütleyen ve kontrol eden bir konuma sahip oldular. Ustalar işveren ve kapitalist haline gelirken, kalfalar da usta olma yönünde beklentisi düşük ya da hiç olmayan işçilere dönüştüler. Bu üretici kapitalistler 17.YY başları itibariyle ticaret alanına kaymaya başladılar. Kısa zamanda bunlar İngiltere’nin ekonomik hayatının merkezinde önemli bir güç oluşturdular. Kapitalist sınıfın bu yeni bölmesinin çıkarları, eski tüccar kapitalistlerin çıkarlarıyla daha başından sık sık çelişmekteydi.

Belirttiğimiz bu ekonomik değişimler, ekonomi anlayışında da çok önemli değişimlere yol açtı.

Bu kapsamda, devlete ve devlet düzenlemesine ilişkin eski paternalist bakışa karşı çıkan yeni bir bireycilik felsefesi oluşurken, “fiyatların ve karların arz ve talep güçlerince ve özellikle fayda tarafından belirlendiği şeklindeki görüşten, fiyatların üretim koşulları tarafından belirlendiği ve karın üretim sürecinde ortaya çıktığı görüşüne doğru” bir anlayış değişikliği oluştu.

17.YY sonlarına gelindiğinde, Avrupa’da özellikle zanaat loncalarından küçük kapitalistlere dönüşen çok sayıda burjuva mevcuttu. Bunlar, bir yandan, zamanın büyük ticaret şirketlerinin çıkarlarına hizmet eden merkantilist kısıtlamaları karlarını azaltıcı nitelikte görüyor ve kar maksimizasyoncu arayışlarında çok daha özgür bir ekonomik ortam arayışı içinde bulunuyor; diğer yandan da para kazanma hırsını, açgözlülüğü ve zenginlik biriktirme arzusunu suçlayıcı bir düşünce olarak ele alan “Katolik Hıristiyanlık” yaklaşımından vicdani rahatsızlık duyuyorlardı.

Hızla yükselen kapitalist üretim tarzının ortaya çıkardığı üretim ilişkileri ağı ve “kendini önceleyen, açgözlü davranış biçiminin egemen olmasını gerektiren kar maksimizasyoncu ekonomik yapının insan doğasına ve doğal düzene en uygun yapı olduğunu savunan yeni teoriler” de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Dönemin düşünür, filozof ve toplum teorisyenleri, “insanları eyleme geçiren en önemli güdülerin, bencil” niteliktekiler olduğunu savunmaya başladılar. Çoğu kapitalist ya da kapitalistlerin çalışanı durumundaki merkantilist düşünürlerin, “kapitalistlerin kar maksimizasyoncu temel güdü ve yaklaşımlarını evrensel değerler olarak algılamaları ve göstermeye çalışmaları” da kaçınılmazdı.

Böylece, kapitalist sınıfın insanın doğasına yönelik bireysel çıkar anlayışı ve kapsamlı ekonomik kısıtlamalardan kurtulma ihtiyacından kaynaklanan “klasik liberalizmin bireycilik felsefesi” ortaya çıktı. Avrupa’nın feodal toplumdan miras aldığı gayet kurallı paternalist görüşe karşı yükselen kapitalist sınıfın çıkarına çok daha uygun olan, “insanın bağımsız, kendini idare eden, özerk ve özgür olması gerektiği; yani, bir birey olması, toplumsal yığın içinde kaybolmuş değil, ondan ayrışmış bir birim olması gerektiği görüşü” egemen görüş haline geldi.

2.4.İktisadın Babası Adam Smith ile Klasik İktisat Teorisyenlerinin Emek ve Kar Konusundaki Temel Görüşleri

Şimdi, kapitalist sistemin mahiyetinin, yapısının ve işleyişinin bütünlüklü ve nispeten tutarlı, soyut bir modelini geliştirmiş olan Adam Smith (1723-1790) dönemine geldik.

“İktisatın Babası” sayılan Adam Smith, sanayi sermayesinin hak ettiği “kar” ve “ücret” ile toprak sahibinin “rantı” ve ticaret sermayesinin “karı” arasında net bir ayrım yapan ilk önemli iktisatçıdır. Smith, ayrıca, kendi zamanındaki en önemli 3 toplumsal sınıfa, yani, kapitalistler, toprak sahipleri ve emek gücünü satmadığı sürece yaşaması mümkün olmayan “özgür” emekçilere karşılık gelen başlıca 3 fonksiyonel gelir kategorisi olarak KAR, RANT ve ÜCRET olgusunun önemini ilk takdir eden iktisatçıdır da.

Smith, bütün toplumların geçmesi gereken iktisadi ve toplumsal gelişmenin dört ayrı evresi olduğunu düşünmekteydi: AVCILIK, ÇOBANLIK, TARIM ve TİCARET.

Toplumun her bir evredeki üretim ve bölüşüm yöntemlerini anlamak, toplumsal kurumlarını ve yönetimini anlamanın anahtarıydı. Feodal ekonomi, Smith’in üçüncü iktisadi gelişim aşaması olarak nitelendirdiği tarım toplumuydu. Dolayısıyla, bu dönemdeki en önemli iktisadi faaliyet tarım olurken, toprak sahipliği de toplumsal sınıfları ayrıştıran en önemli mülkiyet ilişkisi olmuştu. O dönemde büyük arazilere sahip olmak, ki bu durum önemli bir ekonomik güç sağlamaktaydı, toplumsal ve siyasi iktidarın kaynağını oluşturmaktaydı.

Smith, toplumsal gelişmenin ticari evresinin oluşumunun arkasındaki başlıca gücün, Avrupa’da şehirlerin yükselişi olduğunu yazar. Bu şehirler, dış ticarete bağımlı, Ortaçağın tarım ekonomisinden büyük ölçüde bağımsız ekonomik birimlerdi.

Ortaçağ lordları, şehirlerden elde edebilecekleri rantlar ve diğer faydaları öngörerek bağımsız şehirlerin büyümesine destek verdiler. Smith’e göre dördüncü “ticaret” aşamasının temel ekonomik birimi durumundaki şehirlerde, üreticilerin daha önceki herhangi bir toplumsal gelişme evresinde olmadığı kadar özgür oldukları yeni bir sosyo-ekonomik ve siyasal ortam gelişmekteydi. Mülkiyet hakları genişlemiş, üreticilerin kendileri için zenginlik yaratmaya yönelik amaç gütmeleri yönünde fırsat doğmuştu. Böylece, daha büyük bir özgürlük ve güvence ortamı, insani dürtülerin en güçlülerinden biri olan maddi zenginlik biriktirme arzusunu serbest bırakmıştı.  İşte bu, Adam Smith’in, “insan toplumunun en yüksek ve en ilerici biçimi olduğunu düşündüğü” ticari ya da kapitalist toplum aşamasını ortaya çıkardı.

Adam Smith, 3 sınıftan değer ve zenginliğin tek yaratıcısının “emek sınıfı” olduğunu da görmüştü. Şöyle yazmıştı: “bir kez küçük bir sınıf üretim araçlarına sahip olduğunda, bu sınıf, mülkiyet hakları aracılığıyla işçinin ürettiğinin bir kısmını almadıkça, işçinin üretim faaliyetini gerçekleştirmesine engel olma gücünü eline geçirmiş olur…”

Adam Smith, sınıfsal ayrımın dayandığı başlıca temelin; “toprak ve sermayenin mülkiyeti” olduğunu net bir şekilde gördüğü gibi kapitalistlerin iktidarının, aynı zamanda birkaç başka nedeninin de olduğunu görmüştü: “zenginlikleri, kamuoyunu yönlendirme becerileri ve yönetim üzerindeki egemenlikleri…”

Smith’in bu fikirleri, David Ricardo (1772-1823) ve Karl Marx’a (1818-1883) gelişmiş emek değer teorileri oluşturmaları için temel oluşturacak mahiyetteydi. Karl Marx bu yazının konusu olmadığından onun emek ile ilgili dediklerini “pas” geçiyorum.

Avrupa’daki sanayileşme ilerledikçe, “özgür” bir iş gücünün, yani, üretim için gerekli araçlar üzerindeki kontrolleri ellerinden alınmış ve emek gücünü/çalışma kapasitesini satmak zorunda bırakılmış önemli miktarda üreticinin yaratılmasıyla, kar elde etmek için bu üreticiler üzerinde denetim sağlamanın kilit nitelikte olduğu, giderek daha belirgin hale geldi.

Ne diyordu Daniel Defoe (A General History of Trade-1713): “zenginliği sağlayan ve ticareti bir ulus için karlı hale getiren insanların emek ve çabasıdır…”

Ya da William Petty (1623-1687): “yeterince zenginlik birikiminin, insanların çabası dışında bir yolla elde edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, insanlar her tür imalatı, denizciliği, zenginlikleri, işgalleri ve mutlak sömürgeleri gerçekleştirmede kendilerinden yararlanılabilen, başlıca, en temel ve değerli metalardır…”

Bunlar yazılırken, kapitalist sanayi üretiminde, emek gücünün üretimin küçük bir kısmında uzmanlaşmasına ve üretim sürecinin giderek daha küçük iş parçalarına bölünmesine dayanan “iş bölümünün” geliştirilmesi, emek verimliliğinde (dolayısıyla da karlılıkta) önemli artışlar sağladı.

18.YY başlarındaki iktisat düşünürleri için artan verimlilikte etkili olan iki önemli prensip sözkonusuydu:

  • Doğal kaynakları, kullanım değerine sahip metalar haline getiren emek kullanımıydı.
  • Metalar arasındaki mübadele, aslında bu metaların içerdiği uzmanlaşmış emeklerin mübadelesiydi.

Gelinen yer; “Klasik iktisatçıların emek değer teorisini kabul ettikleri” yerdi. Yani, “mübadele edilen metaların değerini düzenleyen, zorunlu olarak gereken ve üretimde ortak kabul edilen emek miktarıdır. Bunların alınıp-satılırken sahip oldukları ve ortak bir para ile kıyaslanan değerini/fiyatını, kullanılan emek miktarı ile paranın ya da ortak ölçütün kıtlığı ya da bolluğu belirlemektedir.”

Yine klasik iktisat teorisine göre; “Meta fiyatının en önemli belirleyeni emek ise karların kaynağının da emek olması gerektiği açıktır. Çünkü, kar alım-satım ile elde edilmektedir. Karların elde edilmesi, üretim sürecinin kontrolü aracılığıyla oluyorsa, o zaman, bu karların üretim için gerekli girdilere ödenen fiyat ile üretilen çıktı arasındaki farkı temsil etmesi de gereklidir.”

Kapitalizm, 16.YY’dan günümüze kadar geçirdiği çok büyük değişimlere karşın, Avrupa’daki egemen üretim biçimi haline geldiği zamanlardaki ekonomik, toplumsal, siyasal ve yasal temeller üzerinde durmayı halen de sürdürmektedir. Okuduğunuz bölüm sözkonusu temellerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için yazılmıştır.

3.OSMANLI EKONOMİSİ VE TÜRK EKONOMİK DEVRİMİNİN MERKANTİLİST YAKLAŞIM KARŞISINDAKİ KONUMLARI

Merkantilist anlayış, Avrupa’daki “ulusal devletin” sosyo-ekonomik bazda birleştirici altyapısı durumundadır. Sözkonusu altyapı üzerinde Avrupa’da dönüşen siyasal sistemler de mutlak monarşiden sınırlanmış monarşilere ve ulus egemenliği modellerine doğru evrilmiştir. Avrupa’da bu dönüşüm oluşurken, aynı zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu ve Asya ekonomileri oldukça farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçler yaşamaktaydı.

Okuyucunun, Avrupa’da sözünü ettiğimiz dönemde uygulanan değerli metal, para ve dış ticaret fazlası yaratma amaçlı ekonomi politikalarını, Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki tamamen zıt yönlü ekonomik politikaları ve kapitülasyonları ile karşılaştırmalı olarak dikkate alması gerekmektedir. Avrupa’daki kapitalist gelişim sürecinin temel dinamiklerinden çok farklı dinamiklerin etkisi altındaki Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da yükselen kapitalist üretim biçimi, sanayi devrimi ve ulus bazlı devlet organizasyonları ile hızla dönüşen ekonomik, bilimsel/teknolojik, askeri, toplumsal ve siyasal yapılarla rekabet edememişti. Osmanlı gerileme ve parçalanma sürecini bu yönden de değerlendirmenin zorunlu olduğunu düşünüyorum. (1854 Yılındaki ilk dış borçlanmanın devamında 1875’de Osmanlı ekonomisinin iflası ve 1881 Düyun-u Umumiye kuruluşuyla yarı sömürge ekonomisi haline nasıl gelindiği ile ilgili “DÜYUN-U UMUMİYE VE OSMANLI DIŞ BORÇLARI PDF” makalemizi okuyabilirsiniz.)

Diğer yandan, Avrupa, 15.YY’da başlattığı coğrafi keşifler ile sadece yeni topraklar kazanmakla kalmamıştı. İpek ve Baharat Yolları’na alternatif yeni ticaret yolları yaratmak suretiyle, Osmanlı ekonomisini   önemli ölçüde gelirden de yoksun bırakmıştı. Osmanlı için bu gelir kaybının etkisinin ortadan kaldırılması ve Avrupa’da zenginleşerek gelişen yeni ekonominin tetiklediği güçlü Avrupa devletleri karşısındaki gerileme sürecinin durdurulması ise hiç mümkün olamadı. Olması da pek mümkün değildi.

Ancak, pek çok kayıptan ve Osmanlı’nın parçalanmasından sonra, imparatorluğun Anadolu’daki özü; 20.YY’da Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde “Türk Ulusal Devleti”, “TÜRKİYE CUMHURİYETİ” olarak yeniden organize olmayı başarabilmiştir. Yeni Türk Devleti, ekonomik bakımdan güçlenmek için merkantilist Avrupa devletlerinin yüzyıllardır uygulamakta olduklarına benzer ilkeler içeren, ulusal üretimi ve sanayisini destekleyen bilimsel-akılcı politikalar uygulamaya başladığında, yeniden ciddi bir ekonomik gelişme atağına geçmesi mümkün olur. Yeniden “zenginleşme” ve “güçlenme” de o zaman başlar.

Bu nedenle, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ulusal ekonomi ve ulusal kapitalist yaratılmasına yönelik ekonomik politikalarının, Avrupa’da özellikle 14-18.YY’larda uygulanan sert merkantil ekonomik politikalardan esinlendiği ve bu esinlenişin, Avrupa’nın Asya karşısında hızla yükselişe geçtiği 15.YY sonrası dönemin dinamiklerinin doğru bir analizinden kaynaklandığı kabul edilmelidir. Yeni cumhuriyet, son derece akılcı bir şekilde davranarak Avrupa’yı, Asya ve Osmanlı karşısında güçlü hale getiren sürecin önemli ekonomik, sosyal ve siyasal unsurlarını alarak uygulamaya çalışmıştır. Din ve devlet işlerini net bir şekilde ayırma, eğitimde pozitif bilimsel eğitimi esas alma, ulusal kapitalist sınıf yaratma, sanayileşme, bu nedenle cumhuriyet Türkiyesi’nin batılılaşma/çağdaşlaşma yaklaşımlarının esasını oluşturur. Türk ulusal devrimi, dünyadaki en büyük devrimlerden biri olarak ele alınmayı da işte tam bu nedenlerle hak etmektedir bana göre…

Ele aldığımız dönemde, Avrupa ulusal kalkınmasının en önemli unsurlarından biri; ulusal kapitalist sınıftır. Bizim ülkemizde Osmanlı’dan itibaren en büyük eksikliği duyulan da ulusal (Türk) kapitalist sınıftır. Yani ulusal nitelikteki Türk burjuvası…

Osmanlı İmparatorluğu, ulusal kapitalist ekonomi ve merkantilist güçlenme ekonomisi uygulamalarına yabancı kalmıştı. Çünkü, bunu merkezi otoritesi üzerinde baskı yaratarak gerçekleştirebilecek güçlü Türk kapitalist sınıfını ortaya çıkartamamıştı. Hatta, ekonomik süreç, kalkınmasına daha da zarar verecek şekilde bir gayrımüslim kapitalist sınıfın meydana gelmesine yol açmıştı. Bu gayrımüslim kapitalist sınıfın çıkarı, Osmanlı’nın güçlenmesinden daha çok, güçsüzleşmesinde ve dağılmasında olduğundan, bu sınıfın Osmanlı devlet organizasyonunun en güçlendirilmesi gereken zamanında, onu en zayıflatıcı etkenlerden biri haline gelmesi durumu oluştu.

Yeri gelmişken, Osmanlı ekonomisinde “kapitülasyon” kavramına da kısaca değinelim. Genel anlamda kapitülasyon; bir devletin vatandaşlarının, diğer devletlerin topraklarındaki ve diğer devlet sınırları dahilinde gerçekleştirdikleri ekonomik faaliyetlerde sahip olacakları hakları düzenleyen, onlara ayrıcalık sağlamak amacıyla yapılan anlaşmalardır. Yani, bir kapitülasyon hakkı, aslında lehdarına daha çok ekonomik egemenlik, daha çok kar ve daha çok güç sağlamayı amaçlar. Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren kapitülasyon; Osmanlıca adıyla “İmtiyazat-ı Ecnebiye (yabancılara tanınan ayrıcalıklar)” tanımına girebilecek çeşitli hakların verilmesi sözkonusu olmuş ise de bunların 15.YY’dan itibaren yaygınlaştığını söylemek mümkündür. Başlangıçta, belirli maddi menfaatler sağlanarak verilen kapitülasyonların giderek karşılıksız olarak da verilmeye başlandığı görülür. Kapitülasyonların görünürdeki nedeni, Osmanlı ekonomik anlayışında; “ithalatın, iç pazarda mal bolluğu sağlanması yönünden faydalı olduğu” anlayışıydı. Bu anlayıştan hareketle, esasen ticaret imtiyazı olarak nitelenen kapitülasyonların “iç pazardaki malları bollaştırıcı” bir ekonomik düşünceyle merkantilist Avrupa ülkelerine tanınmasında sakınca görülmemekteydi.

Ancak, Kapitülasyonların asıl nedeni; “Osmanlı hazinesine gelir sağlamaktı.”

Osmanlı’nın bir uluslar ve dinler mozayiği şeklindeki yapısı, Avrupa devletleri ile Rusya’nın giderek Osmanlı karşısındaki ekonomik/askeri güçlenmesi sonucunda, Osmanlı tebaasını oluşturan gayrımüslim unsurların ekonomik, toplumsal ve siyasal durumlarını müslüman tebaaya göre avantajlı duruma getirecek her türlü düzenlemeler de kapitülasyonlar kapsamına dahil oldu.

Osmanlı İmparatorluğu tarafından 15-19.YY’larda Avrupa ülkelerine ve Rusya’ya verilen “kapitülasyonlar tamamen antimerkantilist ekonomik politika uygulaması örnekleri” durumundadır. Üstelik, 1740 Yılından başlayarak Osmanlı tarafından verilen kapitülasyonların (Ekonomik, mali, hukuki, yönetsel) mahiyeti ve kapsamı oldukça genişlemiş ve adeta merkezi otoriteyi (devleti), sınırları içerisindeki egemenlik haklarını kullanamaz hale getirmiştir. 18.YY İngiliz sanayi devrimi sonrasında, özellikle 19.YY’da ise farklı bir aşamaya geçildiğini görüyoruz: yani, “Serbest Ticaret Anlaşmaları” aşamasına. Artık, her alana yaygınlaşmış kapitülasyonlara ilave olarak, Osmanlı pazarını sanayileşmiş Avrupa kapitalizmi için daha kolay sömürmenin aracı bu tür anlaşmalar olacaktı.

Tarih 16 Ağustos 1838. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalandı. Anlaşma; Osmanlı’nın iç pazarını, sanayi devrimini tamamlamış İngiltere’nin gelişmiş sanayi ürünlerine açıyordu. Bu anlaşma, İngiltere’nin sömürgeleştiremediği diğer ülkelere (Özellikle Asya’daki) korkutma ve güç gösterisi yaparak imzalattığı serbest ticaret anlaşmalarından çok da farklı değildi. 19.YY itibariyle, dünya sanayileşme liderliğini elde etmiş İngiltere için serbest ticaret anlaşmalarını kullanarak gelişmemiş sanayisi olan ekonomiler ile yapacağı serbest ticaretten İngiliz sanayisinin çok karlı çıkacağı, o ülkelerdeki “bebek sanayilerin” ise rekabet şansının olmadığı açıktı. Hatta, pratikte bu koşullar altında “bebek sanayi” kurulması dahi mümkün olamazdı.

(Bebek Sanayi Tezi, ilk olarak Alexander Hamilton tarafından ortaya atılmıştır. Rakiplerine karşı dezavantajlı konumda bulunan bir endüstrinin, gelişip rekabet edebilir düzeye ulaşıncaya kadar dış rekabete karşı korunmasını öngören merkantalist bakış açısını savunan uluslararası politik ekonomi yaklaşımıdır. Friedrich List tarafından geliştirilmiştir. Günümüzde ise Gelişmekte Olan Ülkelerde, yeni kurulmuş sanayilerin uluslararası arenada, yeterince güçlenene kadar kapitalist piyasa koşullarından korunması gerektiğini savunan görüştür.)

Osmanlı, İngiltere ile yapılan anlaşmanın benzerlerini, kısa bir süre sonra Fransa, Hollanda Belçika gibi diğer sanayileşmiş devletlerle de yapmak zorunda kaldı. Gelinen noktada, Osmanlı İmparatorluğu, artık güç kullanılarak ya da güç gösterilerek bu tür anlaşmaları imzalamaya zorlanmaktaydı. Anlaşmalar kapsamında, Osmanlı İmparatorluğu, anlaşmaya taraf sanayileşmiş ülkelere uygulayacağı gümrük vergilerini düşürüyor ve bu ülkelerin tüccarlarına çeşitli ilave avantajlar sağlamayı kabul etmek zorunda kalarak ekonomik yönden güçsüzleşmeye devam ediyordu.

Dahası da vardı…                                                                                

Anlaşmalar kapsamında, Osmanlı ülkesi, bu ülke sanayilerinin ihtiyaç duyduğu pamuk, tütün, üzüm, bakır, demir gibi temel mal ve hammaddelerin tedarikçisi haline geliyordu.

Serbest ticaret anlaşması yapılan dönemdeki İngiliz sanayi kapitalizmi üretiminin Osmanlı zanaat üretimine karşı önemli rekabet avantajları sözkonusuydu. Bu rekabet avantajlarının başlıcalarını yazalım:

  • Yüksek ölçek ekonomisi sayesinde birim üretim maliyetleri daha düşüktü.
  • İngiliz (ve diğer sanayileşmiş ülke ürünleri) sanayi ürünleri görünüş, ambalaj, kalite standardı ve model çeşitliliği yönlerinden osmanlı geleneksel ürünlerinden çok üstündü.
  • Yabancı malları statü sembolü olarak görülmekteydi.
  • Osmanlı geleneksel üretim sürecinde mevcut olmayan yeni ürünler vardı.
  • Anlaşma gümrük vergilerini kaldırdığından, ithal mallar abartılı bir fiyat avantajına sahip oldular. Osmanlı’daki iç gümrük uygulaması bu malların fiyat avantajını arttırdı (Ayrıca, Osmanlı hazinesi çok önemli gelir kaybına uğradı).

Böylece, Osmanlı ekonomisi ne değerli maden biriktirmeye ne dış ticaret fazlası vererek zenginleşmeye, ne de sanayileşmeye fırsat bulamadı. Bunun yerine, Avrupa burjuvasının kar maksimizasyonuna hizmet eden bir yarı sömürge ekonomisi haline geldi.

Sonuçta, “kötü son” gerçek oldu

Serbest ticaret anlaşmaları, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki üreticileri, kendilerine göre daha gelişmiş ve hazırlıklı rakipleri karşısında, kaybedecekleri baştan belli olan bir rekabet ortamına sokmanın aracı durumundaydı. Geleneksel, düşük ölçekli ve daha çok el işçiliğine dayalı üretim yapan Osmanlı üreticisi, yurt dışından ithal edilen sanayileşmiş modern üretici ürünleriyle rekabet edemezdi. Sonuçta, Osmanlı’da geleneksel üretim modeli ile yapılmakta olan üretim de yok oldu. Başta tekstil olmak üzere birçok işyeri kapandı. Osmanlı Müslüman ahalisinin çok önemli kısmı, rekabet edebilecek nitelikte modern imalathaneler kurmak için gerekli bilgiye ve parasal kaynaklara sahip değildi.

Osmanlı’nın kapitalist üretim tarzına (modern üretim modeline) geçmesi yolu böylece kesin olarak engellenince; sanayi kurmak yerine ithalatçılık, yabancı mamullerin distribütörlüğü gibi iş alanları gelişti. Bunları da daha çok Osmanlı’daki gayrımüslimler yaptıkları için ortaya çıkan “gayrımüslim Osmanlı burjuvazisi” imparatorluk bekasının korunmasına destek olmaktan çok köstek olarak “Türkiye Cumhuriyeti” dönemine kadar devam etmiştir.

19.YY’da Osmanlı’nın yanısıra, dönemin gelişmemiş diğer ülkelerini de benzer son bekliyordu. Sömürgeleşmekten paçayı kurtaran özellikle Asya’daki Çin, Japonya ve Kore gibi gelişmemiş/sanayileşmemiş ülkelerin de askeri ve siyasal baskılarla hemen hemen aynı şartları içeren serbest ticaret anlaşmaları imzalatılarak, yükselen Avrupa kapitalizminin pazarları haline getirilmeleri sağlanmıştı. Başta Hindistan olmak üzere sömürgeleştirilmiş topraklarda ise böyle bir anlaşma yapılmasına gerek kalmamıştı.

Merkantilizm ve sömürgecilik bilinmeden kapitalist üretim tarzı ve sanayileşme konusu yeterince anlaşılamaz. Bunlar bilinmeden de ulusal ekonomi politikası ve Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı “BÜYÜK ULUSAL EKONOMİK DEVRİM” anlaşılamaz.

Osmanlı, Avrupa’nın o dönemindeki temel ekonomik, toplumsal ve siyasal dinamiklerini çözemediği için güçlenen Avrupa ekonomileri ile rekabet edememişti. Güçlü ekonomiye sahip olmadan, dünya pazarlarına ve ticaretine egemen olamazsınız. Bölgenize ve hatta kendi vatan topraklarınıza bile egemen olamazsınız. Bunu gören bir büyük lider vardı: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK. Önderliğinde, şanlı Türk milleti, mucizevi “Kurtuluş Savaşı” ile batı emperyalizmini daldığı tatlı rüyalardan tokatlayarak uyandıracaktı. 

Dünya egemenliği için rekabet ederken, gerektiğinde birbirleriyle bile savaşmaktan kaçınmayan Avrupa’nın yeni ve güçlü ekonomilerinin hepsi ulusal ekonomi politikaları uygulayarak zenginleşiyor, sömürüyor, toprak ya da pazar kazanıyordu. Yeni kazananlar varken, yeni kaybedenlerin de olması kaçınılmazdı. Osmanlı ve Asya ise işte bu yeni dünya düzeninin kaybedenleri olmuştu.

Osmanlı, sanayi devriminden uzaktı. Bu nedenle, Avrupa’nın yükselen ulusal devlet yapılanmalarının; izledikleri zenginleştirici ticaret ve üretim politikaları, ulusal üreticisini koruyucu/destekleyici merkantilist ekonomik politikaları, üretimde bilim ve teknoloji öncelikli sanayi devrimi, bilim ve teknoloji öncelikli askeri güç oluşumları, bilim ve teknoloji öncelikli ulusal eğitim yaklaşımları ile başa çıkması mümkün olamazdı ve olamadı. Yeni dünya düzeni içerisinde ekonomik rekabet şansı yoktu. Üretemeyen (sanayileşmemiş) ve ekonomik olarak rekabet edemeyen ekonomiler için sömürgeleştirilmek veya serbest ticaret anlaşmaları ile sömürülmek seçenekleri sözkonusuydu. İkincisi gerçekleşti.

Bugün de aynısı geçerlidir.

Eğer bizler de Atatürk’ün önümüze koyduğu en büyük devrimi; “Ulusal Ekonomik Devrimi” doğru değerlendiremezsek, yukarıdaki ikinci seçenek bugünkü Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir.

Herşeyin temeli ekonomidir. Ekonomik yapı, toplumsal ve siyasal yapılanmaları şekillendiren temel altyapıdır. Bu nedenle ekonomik tarih bilmek çok önemlidir. Avrupa’nın ekonomik tarihini bilmeden ne Avrupa gibi olabilir ne de Avrupa ile rekabet eder hale gelebilirsiniz. Osmanlı ekonomik tarihini bilmeden de Türk ulus devrimini tam olarak anlayamazsınız.

Daha fazlası için FEODAL EKONOMİDEN KAPİTALİST ÜRETİM EKONOMİSİNE GEÇİŞİN EKONOMİK TARİHİ yazımızı okuyabilirsiniz.

blank

blank
A.Can Ayışık