13/12/2024
EMPERYALİZM VE SAVAŞ

KÜRESEL OYUN VE TÜRKİYE GERÇEKLERİ

Last Updated on 20/06/2024 by ahmet can ayışık

blank

 

 

 

Türk toplumuna karşı 1940’lardan başlayarak uygulanan çeşitli toplum mühendisliği tekniklerinin ve algı oluşturma operasyonlarının meyvalarını verdiğini üzülerek görüyoruz.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne, SEVR’in devamı olan bir süreci dayatan dış-iç güçlerin olduğuna ve bu güçlerin legal/illegal/derin işbirliği yaptığına inanıyorum.

Türk Ulus Devleti, Batı emperyalizmine ve onun Osmanlı’daki işbirlikçilerine karşı verdiği anti-emperyalist savaş ile kuruldu. Bu devletin harcında anti-emperyalizm ve bağımsızlık vardır. Bunu unuttuğumuz andan itibaren batı emperyalizminin Osmanlı’yı yok etme sürecinde işlettiği saat yeniden çalışmaya başlar. Çünkü, batı emperyalizmi için biz her zaman “ötekiler” durumunda olacağız. Müslüman ve Türk batı emperyalizmi için sadece ucuz kaynak, üretim pazarı ve satranç oyunundaki piyon pozisyonundadır. 

Uluslararası arenada rekabet gücü olabilecek özgün Türk şirketleri, satın alınma/ortaklık veya masonik/devşirme yönetim kadroları aracılığıyla uluslararası sermaye uzantıları haline getirilmekte ya da yerel kar ençoklamasıyla yetinir halde tutulmaktadır.

Küresel dünya masalı ile yaratılmak istenen “dünya toplumu” kavramıyla  “ulusal devlet” kavramının  önemsizleştirilmeye çalışılmasının sebebi nedir? 

Önemli bir Avrasya bölgesel gücü durumundaki Türkiye’ye yönelik  batı emperyalizminin bütün operasyonlarının önemli amacı; Türkiye’yi bölgesel güç olmaktan uzaklaştırmak ve birlikte dünya gücü yaratabilecek yeni ittifaklara girmesini önlemektir.

Soner Yalçın 11.9.2015 tarihinde Sözcü Gazetesinde “329 Ajan” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Aşağıda bu yazının bir özeti var:

…Asker neden istihbarat toplayamıyor? CHP Milletvekili İlhan Cihaner’i bilmeyen yoktur. Erzincan Başsavcısı iken; Cemaat gibi dinci yapılara operasyona hazırlanırken, Cemaat’in savcı ve polisleri tarafından koluna girilerek makamından zorla çıkarılıp cezaevine atıldı. Ardından Cemaat savcıları iddianame düzenledi. İşte,Bu iddianamenin 5 no’lu ek klasörlerindeki bilgiler; “PKK’yı durduracak istihbaratı asker neden toplayamıyor?” sorusuna yanıt veriyor.
Cemaat’in savcı ve polisleri sadece; başsavcı İlhan Cihaner’i zindana atmadı. Aynı davadan Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Üsteğmen Ersin Ergut da hapse kondu. Genç Üsteğmen Ergut’un bilgisayarlarında arama yapan Cemaat’in polis ve savcıları ne buldu dersiniz:
Jandarmaya bilgi getiren haber elemanı/muhbir çizelgesi!
Tam, 329 isim vardı!
329 muhbirin açık adresi, telefonu, otomobillerinin plakaları, meslek ve görevleri bu çizelgede ayrıntılarıyla yazılıydı.
“Haber Elemanı Durum Çizelgesi”nde jandarmanın kullandığı 329 haber elemanına ait bilgiler bulunuyordu. Kiminin önünde “haberci”, “mutemet”, “ajan” gibi ifadeler yer alıyordu…
Bölgede kuyumcu, fakültede öğrenci işlerinde memuru, bakırcı, oto kaportacı, maden mühendisi, tuhafiyeci, pastaneci, hemşire çiftçi, garson ve müftülük personeli vs. muhbir olarak kullanılıyordu. Çoğunluk muhtar ve köylülerdeydi; 57 muhtar ve 69 köylü…
Sıkı durunuz:
İddianameye bu gizli bilgiler olduğu gibi konuldu. Tüm ajanlar deşifre edildi!
İddianame ek klasöründe; jandarmanın bölgede kullandığı 329 muhbirin sadece isimleri, telefon numaraları, plakaları, ev-işyerlerinin adres bilgileri yoktu; “Kimlik Bilgileri ve Sosyo-Kültürel Durumu” başlıklı formda; tüm muhbirlerin eşleri ve çocuklarıyla ilgili detaylı bilgiler de mevcuttu. Muhbirlerin açık kimliklerinin iddianameye konmasının davaya ne yararı olabilirdi? İddianamenin 5 no’lu ek klasöründe subaylar da deşifre edildi.
“2. Kimlik Bilgileri ve Sosyo Kültürel Durumu.doc” isimli dosyaya göre, halk arasında ajanlık görevi verilen kişileri toplayıcılık görevi (açık isimlerini yazmıyorum) Jandarma Kıdemli Başçavuş N. Y.’ya aitti. Jandarma Yüzbaşı R. K., ajanların bağlı bulunduğu birinci amir idi; Jandarma Yüzbaşı H. B. ise ikinci amir olarak görev yapıyordu. Ajan olarak alınmak için bu üç askerin imzası şarttı…
Muhbirlerin bağlı olduğu “toplayıcı”, “birinci amir” ikinci amir”gibi görev tanımları yapılan askerlerin isim, rütbe ve telefon numaraları da dosyaya olduğu gibi girdi. Bu davada üç MİT görevlisi de deşifre edilmişti.
Cemaatçi savcılar; askerlerin ve 329 muhbirin adını, telefon numarasını, plakasını, evinin-işyerinin adresini ve ailesinin kimlik bilgilerini iddianameye niye koydu?
Bu soruya yanıt veremezsek, PKK’nın artan terörünü önleyecek istihbaratı neden toplanamadığını anlayamayız!
Bu sadece Erzincan davasında olmadı. Örneğin…
Jandarma Albay Cemal Temizöz’ün yargılandığı Cizre Davası’nın 104 sayfalık iddianamesinde de benzer şekilde jandarma muhbirleri deşifre edildi. Bugün devlet Cizre’ye hakim olamıyor!
Biliyoruz ki…
İddianameye devlet sırrı kapsamındaki bütün belge ve bulguların yansıması diye bir şey olmaz. Olayın içeriğinden bahsedilebilir ama muhbir isimleri olduğu gibi yansıtılmaz.
Muhbirlerin deşifre edilmesi için neden özel çaba gösterdiler?

Ha..! Bu özel görevi Cemaate verenler ile PKK’yı destekleyenlerin aynı ülkeler olduğuna dikkatinizi çekerim!
Bu bir rastlantı değildir; büyük oyun ilmik, ilmik örülmüştür…”

Evet, Gazeteci Soner Yalçın, Türkiye’yi bugüne taşıyan oyunun bir kısım iç ve dış güçler tarafından ilmik ilmik örüldüğünü yazmış. Katılıyorum.

Ülkemizin emperyalizmin büyük dişleri arasında çiğnenmeye çalışıldığı günler yaşıyoruz. Aldığımız şehit haberleri içimizi yakıyor.

Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Yattıkları yer uçmağ olsun…

Türkiye Cumhuriyeti’nin başlattığı büyük sanayi hamlesinin simge kuruluşlarının bir kısmı kapatıldı, bir kısmı küresel sermayenin baskılarıyla özelleştirme adına küresel sermayeye yada küresel sermayenin ülkemiz içindeki uzantılarına yem yapıldı. Bugün, Türk toplumuna karşı 1940’lı yıllardan başlayarak uygulanan çeşitli toplum mühendisliği tekniklerinin ve algı oluşturma operasyonlarının meyvalarını verdiğini üzüntüyle görüyoruz. Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uygulanan bu yöntemleri etkisiz kılacak sistem ve mekanizmaları oluşturamadı. Ayrıca, söylemek gerekir ki, bu konuda yalnız değiliz. Güney Amerika’da, Orta Doğu’da, Asya ve Afrikada da oynanan benzer bir oyun sözkonusu.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne Sevr’in devamı olan bu süreci dayatan dış-iç güçlerin sözkonusu olduğuna ve bu güçlerin legal ve illegal işbirliği halinde bulunduğuna inanıyorum.

Sadece, özelleştirilen kamu şirketleri değil, gitgide daha çok sayıda ulusal/özel sermayenin sahip olduğu Türk şirketlerinin planlı ve sistematik şekilde yönetimlerine getirilen devşirilmiş  kadrolar aracılığıyla teslim alınmaları, ne yazık ki bu şirketlerin özgün gelişme alanlarını yok ettiği gibi yönetilme tarzları nedeniyle, aslında küresel sermaye şirketleri ile gerçek anlamda rekabet etmeleri ideallerinin de yitirildiğini gözlemliyorum. Uluslararası arenada rekabet gücü olabilecek özgün Türk şirketlerinin küresel sermaye tarafından satın alınma/ortaklık yolu ile ve/veya masonik-devşirme yönetim kadroları aracılığıyla küresel sermaye seçkinlerinin uslu çocukları rolü oynatılarak, yerel kar ençoklamasını amaçlamakla yetinir halde kalmaları sağlanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti kurucu kadrolarının ve ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün en çok önem verdiği konuların başında gelen milli eğitim sistemi ve tevhid-i tedrisat* yaklaşımı ne yazık ki harap edilmiştir. Eğitim sisteminin hedef seçilerek harap hale getirilmesinin emperyalizmin en başta gelen amaçlarından biri olduğu çok açıktır.

Türkiye’nin iddialı olduğu tekstil sektöründe, uluslararası ölçekte markalaşmış olarak rekabet eden kaç markası var?

Yada her yıl binlerce araç üretmekle övünen binek otomotiv sektöründe kaç markamız ile uluslar arası rekabette varız?

Kim izin vermiyor?

 

Soğuk savaş yıllarında (1947-1991), her iki tarafın karşılıklı olarak sürdürdüğü  algı operasyonunu başarıyla tamamlayarak galip çıkan batı emperyalizmi, soğuk savaş sürecinde kazandığı çok büyük karlarla yetinmedi. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte, büyük bir iştahla  yeni psikolojik savaş hedeflerini “Ulus devlet, İslami terörizm ve Ortadoğu bölgesi” öncelikli olarak belirledi. Netice olarak, küresel emperyal güç odaklarının her zaman daha büyük hammadde kaynaklarına ve pazarlara ihtiyaçları vardı. Çünkü, elde ettikleri büyük karlar onlara yetmiyor, çok daha büyük karlar elde etmek istiyorlardı. Gözlerini bütün dünyanın karına dikmişlerdi. Bütün dünyanın karından çok daha fazla pay alabilmeleri için küreselleşme olgusu gerekliydi. Çünkü, çok daha büyük karlar için çok daha büyük dünya kaynakları gerekliydi. Bütün iplerin kendi ellerinde olacağı küresel ekonomi için de ulusal devletin,  sınırları içindeki ekonomik çıkarlarını savunamaz duruma getirilmesi zorunluydu.

11 Eylül ikiz kuleler olayı, sonraki aşamaya geçiş için sözkonusu  güçler tarafından planlanmış bir terör olayıydı (Christopher Bollyn’in yazdığı “11 Eylül’ü Çözmek-Dünyayı Değiştiren Kandırmaca “Solving 9-11 the Deception that Changed the World” adlı kitapta varılan sonuç: “Saldırıların arkasında Yahudi/Evanjelist Siyonistler var ve bu iş ABD derin devletinin bir kısım kurumlarının koridorlarına kadar gidiyor” şeklindedir). Böylece, soğuk savaş döneminin sona ermesiyle amaçsız bir örgüt haline gelen NATO için de yeni bir amaç yaratılmış oldu.

Özellikle Soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra, küresel karın daha büyük kısmına  egemen olmayı amaçlayan batılı emperyal güçler “küresel dünya hikayesini” oluşturdular. Küreselleşen dünya hikayesi, teknolojik gelişme kaynaklı doğal bir süreç olmasının ötesinde bilelim ki, batı emperyallerinin tek egemeni olduğu küresel dünya devletine giden yolun tam olarak açılması için çok boyutluluğu pompalanan bir yeni dünya düzeni kavramı haline getirilmek istenmektedir. Adeta, bir anlamda “Bütün yollar Roma’ya çıkar” efsanesidir.

Bu amaç doğrultusunda, bugün sadece silahlı savaşlar yapılmıyor. Silahlı savaş (Hard power) son çözüm olarak kullanılıyor. Sürdürülen savaş çok daha kapsamlıdır. Sert ve yumuşak her türlü gücün kullanıldığı bu topyekün savaş oyununda, engel durumundaki ulusal devlet yapıları sürekli olarak ekonomik ve finansal saldırı altında tutulmaktadır. Ulusal devlet ve ulusal şirket yapılarının, yerine göre satınalma veya devşirme kadrolar kullanılarak küresel emperyal çıkarlara engel olamayacak şekillere dönüştürüldükleri bir süreç  sözkonusudur.

Bu süreçte, teknolojik olanaklar ve sermaye gücü ile  “bilgi egemenliği” en önemli saldırı aracı haline getirilmiştir. Dünya kamuoyuna verilen bilginin kaynakları ele geçirilerek, toplumların kontrollu ve hedefe yönelik bilgi akışı aracılığıyla “algı operasyonları/toplum mühendisliği” çalışmaları ile “düşünmesini istedikleri gibi düşünmeleri” sağlanır hale getirilmiştir. Bu anlamda, bilgi kontrolü ile özgür iradelerin esir alındığı bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. (Zaman geçtikçe, her bireyin sahip olduğunu sandığı öz ve özgür düşüncesi, oluşturulmuş sanal bilgi bombardımanı altında oluşturulmuş sanal özgür düşünce ve sanal özgür davranışın ötesine geçemez bir duruma dönüşüyor. Gerçek özgür düşünce gitgide ve bireysel/toplumsal fark etmeksizin yok ediliyor.)

Dolayısıyla, Türkiye ve onun büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk aracılığıyla 20.Yüzyılda emperyalizme karşı en önemli başkaldırıyı yapmış ulusal Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak biz Türkler, İslam dünyasının önemli bir kısmı ile birlikte sözkonusu emperyalist güçlerin sahnelediği kanlı oyunun temel figüranları durumundayız.

Bu nedenle, Türk halkının, Türk ulusunun neyin ne olduğunu ve ne olacağını doğru algılamasına izin verilmemekte, Türk ulusunun/milletinin kendi kararlarını vererek yoluna devam etmesine sistematik olarak algı oluşturma ve bölgesel etnik-dinsel ayrımcılık unsurları kullanılarak  müdahale edilmektedir. 1984 Yılında PKK terör örgütünün  eyleme geçirilmesi (1984 Eruh ve Şemdinli ilçeleri basıldı), Sevr’i Osmanlı İmparatorluğu’na dayatan dış güçler tarafından yürürlüğe konulan oyunun bir başka aşamasından başka bir şey değildir. Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti, büyük önderinin ölümünün ardından, Kurtuluş Savaşı ile yırtıp attığı Sevr anlaşmasının özünü oluşturan yaklaşımların etkisi altında kalmaktan kurtulamamıştır. Bu etkiler siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri anlamda çok boyutlu olarak yaptığı etkilerle birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal/milli birliğini de sürekli olarak tehdit eder hale getirilmiştir.

Bugün, sadece ülkemiz değil, çevremizdeki coğrafyada yer alan diğer ulusal devlet yapıları da küresel güç odaklarının güncel eylem alanıdır. Yukarıda da yazdığım gibi, bu eylem alanında, sizin ülke olarak ne olmak istediğinize karar vermenize izin verilmemekte, çeşitli algı oluşturma teknikleri, hatta silahlı güçler kullanılarak emperyal  dünya güçlerinin olmanıza izin verdiği şey olmanız sağlanmaktadır. Ülkemizde ve bölgemizde bu nedenle kan akmaktadır/akacaktır. Büyük Ortadoğu Projesi denilen de budur! Amaç, bölgemizde İsrail’in kendisini güvende hissedeceği yeni bir güçler dengesi yaratmaktır. Bir yandan İsrail büyütülmeye çalışılırken, yakın çevresindeki ulusal ve müslüman ülkelerin küçültülmesine/güçsüzleştirilmesine çalışılmaktadır.

Osmanlı’nın yıkılması, Arap ülkelerinin parçalanması bir küresel paylaşım kavgasının aşamalarıdır. Yüzyıllardır emperyalist batının (Haçlı batının yerine emperyalist batı geçti. İkisi arasında sadece parametrik değişimler yaşandı.) ekonomik-dinsel-siyasal olarak uygulamaya çalıştığı bir proje, çeşitli zamanlarda çeşitli şekillerde ambalajlanarak piyasaya sürülmektedir.

Hepsinin bir tek amacı vardır: Küresel dünya devletini gerçekleştirmek!

Türkiye’nin, Kurtuluş Savaşı ile durdurmuş olduğu, Osmanlı’dan başlayan ve yüzyıllarca süren büyük gerileme hareketi, bugün yeniden devam eder hale getirilmek istenmektedir.

Büyük oyunun, sıradaki sahneleri sergilenmektedir. Ne yazık ki, Türkiye’ye biçilen öncelikli rol Ortadoğu’da hızla geri çekilir hale getirilmesidir. Sahne, Kerkük, Musul ve Irak’tan etki alanından çekilme yaratılarak açılmıştır. Irak’ta ayrı bir Kürt Devleti kurularak perde kapatılmak istenmektedir. Sahnelenen oyuna göre Suriye ve Irak Türkmenleri ile Türkiye’nin ilişkilerinin  bitirilmesi ve her iki bölgedeki Türkmenler’in kendi kaderlerine terk edilmesi gerekmektedir. Şimdi, yeni bir sahne açılmıştır; Suriye’nin kuzeyinde başta ABD ve İsrail tarafından desteklenen güçlerce bir Kürt koridorunun oluşturulması oyunu oynanmaktadır. Türkiye, doğusunda bu oyunlar oynanırken, batısından ve güneyinden eski oyuncu Yunanistan tekrar sahneye sürülmüştür. Batı’da Ege denizindeki adaların Yunanistan tarafından işgaline ses çıkarılamaması ve Kıbrıs/Doğu Akdeniz’deki enerji alanlarının kaybı oyunun çok önemli sahneleridir. Bu sahnelerde Türkiye’nin çok boyutlu güçsüzleştirilmesine yönelik rol dağılımı yapılmıştır. Sahnenin sonunda Türkiye’nin boynu bükük şekilde sahneden ayrılması öngörülmektedir. IŞİD, PKK, PYD bugün başta ABD ve İsrail olmak üzere batılı emperyal güçler tarafından yeni bir sahne dizaynı için kullanılan devşirme silahlı oyunculardır.  Sonraki sahnelerde bu oyuncuların farklı rollerde dünya sahnesinde kullanılmasına devam edileceği açıktır.

Oyunun izlenen kısmından anlaşılan, yazılan senaryoda Türkiye Cumhuriyeti’ne verilen rollerin giderek daha düşük profilli olacağıdır. Bölgesel güç kaybının devamında Türkiye sahneye toprak kaybı için de çıkartılmak istenecek gibi görünmektedir.

Türkiye, kendisine verilen bu rolü oynayacak mıdır?

Göreceğiz!

ABD’nin üst istihbarat teşkilatı olan National Intelligence Council (Milli İstihbarat Konseyi) 2012 yılında yaptığı “küresel eğilim araştırmasında” ilginç tespitler açıklamıştır.

Raporda 2030 yılının dünyasına ait tahmin ve dinamikler ortaya konulurken, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğuna, ülkemizin 2030 yılına kadar bölünebileceğine dair görüşlere yer verilmiş ve Suriye’deki olayların bölgeye yayılmasından en çok etkilenecek ülkelerin başında Türkiye’nin olduğu belirtilmiştir.

Türkiye ve hinterlandının daha 1970’li yıllarda ETNİK ve MEZHEP tabanlı formatlanma kararının alındığını ve projeyi dönemin Amerikan Milli Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’in başlattığını da biliyoruz. Amaçlardan biri, bölgenin 19.Yüzyıldaki mezhep ve inançlara göre sınırlarının yeniden çizilmesidir.

Benzer görüşler İsrailli diplomat Oded Yinon tarafından Dünya Siyonist Teşkilatı’nın yayın organı olan Kivunim (Yönler) adlı dergide 1982’de daha da açık ifadelerle yer almıştır.

Yinon, “İsrail için 1980’ler Stratejisi” adlı makalesinde İran ve Türkiye dahil bütün Ortadoğu ülkelerinin etnik ve mezhep yapısının İsrail için büyük fırsatlar sunduğunu belirtmektedir. Yinon’a göre Irak 3, Suriye 6 devlete bölünmelidir.

Bugün Ortadoğu’da İsrail ve ABD’nin uyguladığı politikaları daha iyi anlayabilmek için “Kabala + Eski Ahit” kaynaklı kehanetlere de dikkatlice bakmak, özellikle Evanjelist Hıristiyanların kutsal metinlerden yaptıkları (İlk 5 kitabını Tevrat’ın oluşturduğu 39 kitaptan oluşan Eski Ahit’e inanmaktadırlar) Batıni/Ezoterik çıkarımlara da dikkat etmek gerekmektedir. Bu bakış, yapılacak jeopolitik ve ekonomik değerlendirmeleri dinsel boyut ile desteklediği için çok önemlidir.

Başta Tapınak Şövalyeleri olmak üzere yok olduğu sanılan bir kısım örgüt ve tarikatların devamı niteliğindeki yapılanmaların, tek dünya devleti hedefli Batı emperyalizminin yol haritasının oluşturulmasında, farklı düzeylerde varlıklarını sürdürdüklerini kabul etmek durumundayız. Bu nedenle, küresel egemenliğin pekiştirilmesine yönelik oluşturulmuş günümüzün pek çok uluslararası legal örgütlenmelerinin arkasında karmaşık tek merkezli ilişkilerin sözkonusu olduğu iddiaları ciddi görünmektedir. Son yıllarda bu konuda yapılan oldukça fazla sayıda çalışma var ve çok sayıda kitap yayınlanmış durumda.

Ne yazık ki, çoğumuza akıl dışı ve saçma gibi gelebilecek bu gibi inanç ve düşünceler, ülkelerin ve dünyanın gizli tarihini dün belirliyebildiği gibi bugün de belirliyebilmektedir.

ABD’nde dinin ve tarikatların ekonomi, düşünce hayatı ve siyasette büyük bir etkisi olduğu yadsınamaz (Türkiye deneyimi ile bu olgunun ülkemizdeki taze örneklerini yaşıyoruz.  2016 Yılında gerçekleştirilen bir tarikat kaynaklı darbe girişimi sonrasında devletin sözkonusu tarikat kadrolarınca nasıl ele geçirilebildiğini gördük.)

Aşağıda, çeşitli kaynaklardan  derlediğim bu konudaki kısa bir özete yer veriyorum.

İsrail ve ABD’deki yandaşları olan Evanjelist Hristiyanlar, savaşmanın kendi kaderleri olduğuna, üstelik bu savaşların kendi dini kaynaklarında yazılı olduğuna ve kendilerine buyurulduğuna inanıyorlar. Bu çevreler “Armageddon” olmasını istedikleri 3.Dünya savaşına, bölgesel yapılanma savaşları ve oluşturdukları küresel şoklar ile hazırlanmaktalar. 3.Dünya savaşının çıkacağı başlıca alanın ise Büyük Filistin denilen (Filistin değil) Ortadoğu’nun büyük kısmını ifade eden Armageddon bölgesi olacağını öngörmekteler. Dolayısıyla, son büyük savaş olduğuna inandıkları Armageddon’a götürecek süreci hızlandırmak ve bu savaşa olabildiğince avantajlı koşullarda girebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü, Armageddon, onların inanışlarına göre aynı zamanda İsa Mesih’in dünyaya ineceği zaman olacaktır. Bu nedenle, ABD’ndeki Evanjelist Hıristiyanlar tarafından İsrail’e her türlü destek sağlanmaktadır.

ABD’nin askeri harcamalarının, kendisinden sonra gelen 10 ülkenin askeri bütçelerinin toplamına ulaşması (2011 Yılı verilerine göre ABD’nin askeri harcamaları 680 milyar USD, GSYİH’ya oranı %4.5, dünyadaki payı %39; İkinci durumdaki ülke Çin, askeri harcamaları 166 milyar USD, GSYİH’ya oranı %2, dünyadaki payı %9.5; 2011 yılı dünya askeri harcama toplamı 1.8 milyar USD civarında, diğerlerini yazmıyorum) da böyle bir hazırlığı gösteren önemli bir olgudur. ABD’de, meskenlerde bulunan -resmi- silah sayısı 200 milyon civarındadır. Bu sayılar, ABD’nin, bugün silah ve savaş çılgını bir şiddet toplumu olduğunu göstermektedir. Günümüzde, ABD’nde bilim insanı ve mühendislerin neredeyse 1/3’ünün silah sanayi veya bunlara hizmet veren şirketler tarafından istihdam edilmekte olduğu da bir başka olgudur.

ABD’nde İncil Kuşağı (Bible Belt) coğrafi olarak güneydoğu ve güney orta eyaletlerini kapsayan toplumsal bakımdan muhafazakar Evanjelist Protestan Hıristiyan nüfusu tanımlamaktadır. Bunlara “Siyonist Hıristiyanlar” da denilmektedir.

ABD’nin nüfusu yaklaşık 320 milyon. Toplumunun yaklaşık %74’ü kendini Hıristiyan olarak tanımlamakta. Katolikler %25, Protestanlar %48 civarında. Nüfusun %1.5 civarındaki kısmı Yahudi. Geri kalan kısmını diğer Hıristiyanlar, Budistler, Müslümanlar ve Hindular oluşturuyor. Ancak, yahudi nüfus başta finans olmak üzere yasama, yürütme organlarında, medyada, üniversitede, bilim, teknoloji, sanat ve müzik dünyasında çok örgütlü/etkili bir grup (Örneğin; Holywood’un bütün büyük film şirketlerinin kurucu ve sahipleri yahudilerden oluşmaktadır).

Evanjelist Siyonistlerce benimsenen, “İsrail’in gerçekte kutsal bir savaşta olduğu ve sonunda Armageddon savaşının geleceği inancı” ABD’nde dar bir çevrede başlayıp, küresel emperyal güçlerce üretilerek dağıtılan filmler ve yazılı kaynaklar ile topluma yayılmış ve bugün oldukça büyük bir taraftar kitlesine ulaşmıştır. Bu akıldışı gibi görünen hikayelerin ABD ve İsrail politikalarını ciddi ölçüde belirlediğini söylemek abartı sayılmamalıdır. Umberto Eco’nun bir sözü vardır: “Bir inancın doğru ve yanlış olduğunu tartışmayın, inananların neyi ne kadar göze aldıklarına, alabileceklerine bakın.”

blank

1453 Yılında İstanbul’un fethi, Katolik kilisesine ve Ortodokslara büyük darbe vurmuştur. Ortaçağ’da Katolik kilisesinin katı, dogmatik ve baskıcı tutumu aydınlardan başlayarak halkta kiliseye karşı bir havanın doğmasına sebep olmuştur. 15. Yüzyılda Katolik kilisesinin mutlak iktidarına karşı, dünyevi iktidarın kilisenin elinden alınarak, ulusal bazda “Kral”ın şahsında somutlaştıran mutlak monarşilerin kurulmasına yönelik rönesans ve reform hareketleri Avrupa’da yaygınlık kazanmıştır. Bunun yanısıra, halkın fakirliği ve feodal beyler arasındaki iktidar savaşları da Avrupalıları hayatlarından bezdirmiştir. O dönemde, mahalli zanaatkarların kurduğu loncalar “Tapınakçılar”ın (Tapınak Şövalyeleri) kontrolü altındaydı. Tapınakçılar, Almanya, İngiltere, belçika gibi ülkelerde kilise karşıtı hareketleri destekliyorlardı (Amerika kıtasının keşfinden sonra Tapınakçı ve benzeri masonik örgütlerin/tarikatların çok sayıda mensubu bu kıtaya göç etmiştir. Dolayısıyla, bu kıtada kurulacak devlet içinde yüksek etkinlikleri  olduğu ileri sürülmektedir.).

Avrupa’da rönesans ve reformist hareketlerin patlak vermesiyle Hıristiyan inancı parçalandı. Tapınakçılar, Katolik kilisesinden intikam alıp kilisenin siyasi gücünü yok etmek istiyorlardı. Bu ortamda Martin Luther’in başını çektiği Protestanlık hızla bir mezhep haline geldi. Martin Luther (10.11.1483 – 18.2.1546) Augustinuscu Keşişler Tarikatı üyesidir.

Evanjelik, Evanjelizm söylemleri ilk defa Luther ve onun taraftarları için kullanılmıştır. Evanjelizm, sözlük manası olarak kutsal kitaba yönelmek, dönmek anlamındadır.

Katolik kilisesine isyan eden sözkonusu alternatif Hıristiyanlık, yani Protestanlığın çıkış felsefesi ile Tapınakçıların felsefesi  benzerlik taşımaktadır.

Protestan Hıristiyanlık, Katolik papalığının aksine faizin Hıristiyanlıkça serbest olduğunu, mal ve servet edinmenin Tanrı’ın emri gereği olduğunu ileri sürer. Protestanlık özellikle Kalvenci yaklaşımda çok çalışmaya, tutumluluğa ve dünyevi çabalarda başarıya büyük önem veren ahlak anlayışıyla Avrupa’da kapitalizmin ilk aşamalarına ivme kazandıran önemli etkenlerden biri sayılır.

Başlangıçta Yahudilerin seçilmiş halk ve kutsal toprakların sahibi olduğu inancı Protestan Hıristiyanlığı içinde mevcuttur.

1910 Yılında Edinburg’da Protestan kiliselerini birleştirmek amacıyla ortaya atılan “Ekümenizm = küresel yetki ve temsil akımı” zamanımızda olağanüstü bir güce dönüşmüştür. Evanjelist kehanetlerin gerçekleşmesi açısından ekümenizm oldukça önemlidir. Önceleri sadece Protestan kiliseleri birleştirme maksadını taşıyan bu dini akım zamanla bütün kiliseleri, Katolik, Ortodoks Hıristiyanlığı ve hatta günümüzde bütün dinleri birleştirmeye odaklanmıştır. “Dinler arası diyalog ve ılımlı İslam”ı bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Başlangıçtaki protestan ağırlıklı yapı, günümüzde katolik ağırlıklı bir görünüm kazanmıştır. Katolik Papalık, ekümenizm yoluyla asırlar öncesi Roma Katolikliği’ne rest çeken Ortodoksluk ve daha sonra da Protestan kiliselerini yeniden kendi bünyesine çekmeyi amaçlamaktadır.

Papa II.Jean Paul işi daha da ileri götürerek Hıristiyan olmayan diğer dinlerle, yani İslam, Musevi ve Pagan dinlerle de diyalog başlatmıştır.

İçinde bulunduğumuz küreselleşme çağında, bir taraftan ekonomik – siyasal küresel entegrasyonlar, diğer taraftan dünya dinlerinin barış içinde birleşmeleri aslında tek bir merkezden yönlendirilmektedir. Bu durum, özellikle İslam dünyası için bir tuzaktır.

1978 Washington Konsensüsü ile resmen başlatılan neoliberalizmin ekonomik modeli 2008 mali krizi ile birlikte çökmüştür. Finans ve borç krizi batı emperyalizminin dünyaya dayattığı ekonomi biliminin de krizde olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bugün ana akım iktisadın geliştirdiği modellerin doğru analizler yapmaya yetmediğini gözlemliyoruz.

Serbest piyasanın kendi kendini sağlığına kavuşturabileceği masalına inananlar kadar saf olamadığım için özür dilerim.

Tehlikeyi gerçekleşmeden önce görmek zorundayız. Çevre ülkelerimize şöyle bir bakalım; Suriye, Irak, Libya ve Türkiye’deki gelişmelerden hangi güçlerin çıkarı olduğunu, bu gelişmeler ile Türkiye’de ve bölgemizde nelerin amaçlandığını düşünmek zorundayız.

Vatan, Türklük ve İslam, oyunun bu aşamasında “Yeni Dünya Düzeni”nin temel hedefidir. “Milli Türk Devleti ve onun büyük kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimleri” de işte tam bu nedenle yürürlükteki senaryoyu yazan güçler tarafından tam hedefe konulmuştur.

İslam dünyasında iktidarı elinde bulunduran ve batı emperyalizmi ile işbirliği yapan azınlık devşirme gruplar israf içerisinde yaşarlarken, halkın çok büyük çoğunluğu giderek artan yoksulluk düzeyinde yaşamlarını sürdürmektedir. Dünyada en fakir 35 ülkenin tamamı Müslüman ülkelerdir. İslam dünyası tarihte ilk kez Hıristiyan batı karşısında bu derece zayıftır.

Türkiye ise 1.5 milyarlık İslam dünyasında; binlerce yıllık tarihi, imparatorluk geleneği ve Atatürk Cumhuriyeti’nin emperyalizme kafa tutmayı başarmış akılcı yaklaşımlarıyla batı  emperyalizmi için en tehlikeli rakip ve örnek durumundadır. İstiklal savaşı ile mazlum milletlerin emperyalizm karşısında savaş alanında da başarılı olabileceğini ilk kanıtlayan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk, bütün İslam dünyasına gerçek İslama dönüş fırsatı yaratan devrim ve uygulamalarıyla, aynı zamanda, emperyalist  batı dünyasının en büyük korkulu rüyasıdır da.

Türkiye’nin düşünen, planlayan ve oyun kuran derin devletinin 10 Kasım 1938’den beri ağır ağır ortadan kaldırılmasının en önemli nedeni de budur. İki darbe ve iki muhtıra milli/ulusal bir formata dayanmadığından önemli bir fayda doğurmamış ve hatta ülkeye zarar vermiştir.

Küresel seçkinlerin akıl hocalarından Brezinski’nin bir sözü var: “Ortadoğu’ya hakim olan, Kafkaslara hakim olur. Kafkaslara hakim olan ise Dünyaya hakim olur.”

BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi) iyi anlamak zorundayız. Dünyadaki kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık %65’lik kısmının yer aldığı Ortadoğu bölgesi ABD ve batı emperyalizmi için olağanüstü stratejik bir öneme sahiptir. Ayrıca, gelişen teknoloji ile güneş enerjisi üretimi yönünden çok ciddi potansiyeli olan bu bölgenin refah toplumuna evrildikçe sağlayacağı tüketim hacmi anlamında da küresel güçlerin hedefinde olması kaçınılmazdır. Ve üç büyük dinin kutsal mekanları yine bu bölgededir. Bölgedeki köktendinci akımlar, terör örgütleri, kitle imha silahları, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı yapan örgütlü suç şebekeleri ABD ve batı için tehdit unsurları sayılmaktadır. BOP için ilan edilmiş net sınır bulunmamakla birlikte 27 ülkenin ilk planda eylem alanı içinde değerlendirildiği ABD kaynaklarınca belirtilmiştir.

Amaç, bu bölgenin yönetimini ele geçirmek ve bölgeyi kontrol etmektir. Dolayısıyla, aslında bu kapsamdaki bütün ülkeler bölünmeye, silahlı-silahsız müdahalelere ve yönetim değişikliklerine adaydır. ABD’nin “böl ve yönet” taktiği gereği “özgürlük ve demokrasi gibi süslü ambalajlara sarılmış acı ilaçlar” bölge ülkelerine içirilecek, parçalanan ülkelerde yönetime küresel emperyal çıkarlara hizmet edecek yönetimler getirilecektir.

Bu ülkeler şunlardır; “Afganistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin Özerk Yönetimi, Irak, İran, İsrail, Katar, Kuveyt, Komor Adaları, Lübnan, Libya, Mısır, Moritanya, Pakistan, Somali, Suudi arabistan, Sudan, Suriye, Tunus, Türkiye, Umman, Ürdün ve Yemen.

Genişleme halinde, bu alana Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetleri ile Endonezya ve Malezya’nın da dahil edilebileceği söylenmektedir.

Çok net ve açık yazıyorum; “BOP, küresel batı sermayesinin ve onun silahlı gücü durumundaki ABD’nin dünya egemenliğinin resmen ilanıdır.”

Ortadoğu’da yaratılan etnik ve dinsel bazlı böl-parçala stratejisinin en önemli sonucu “Arap Milliyetçi Söylemi”nin silinmesidir. Bu silinme işleminin tamamlanmasından sonra, bölgedeki egemen din olan İslam ile oynanmak suretiyle (Ilımlı İslam vb.) bölgede ABD kontrolünde kapitalizm ile entegre demokratik (Nasıl bir demokrasi olduğu tartışılmalı) güdümlü ve daha az güçlü devletçikler oluşturulması amaçlanmaktadır.

NATO’nun 28-29 Haziran 2004 tarihinde İstanbul’da yaptığı toplantı yeni dünya düzeninin önemli bir aşaması niteliğindedir. Bugün ABD ve NATO BOP’nin güvenlik görevini üstlenmiş durumdadır. NATO, 9/11 teröründen sonra yeni tehdit algılamasını, “Öncelikle terörizm olmak üzere uyuşturucu ve insan kaçakçılığı ile bölgesel tehdit kapsamında insan hakları ihlalleri, etnik çatışmalar” olarak belirlemiştir. Yeni tehdit tanımlamalarına göre küresel tehdit (kim kimi tehdit ediyor?), ekonomik zaafiyet bölgelerinde etnik çatışmalar (bu çatışmaları kim yaratıyor?) yaşanan bölgelerde ortaya çıkan terör örgütlerinden (bu terör örgütleri nasıl kuruluyor, nasıl silahlanıp örgütleniyor?) gelmektedir. Evet, NATO’nun yeni savunma doktrini böyle… Yerseniz!

Yine, 27.9.2001 Tarihinde ABD kongresinde kabul edilen “Önleyici Vuruş Doktrini”ne göre “Henüz hiçbir faaliyette bulunmasa ve mevcudiyeti kesin olmasa bile ABD saldırı ihtimali gördüğü, tehdit olarak nitelendirdiği veya teröre destek verdiğini varsaydığı ülkelerde önceden harekete geçebilecek ve nükleer silah kullanabilecektir.”

Sözkonusu nükleer silah kullanma izni ve önleyici vuruş doktrini, aslında ABD tarafından bütün dünyaya ilan edilmiş çok ciddi bir tehdit anlamındadır. ABD ve NATO’nun yeni doktrinlerini, “Taşeron Terör Örgütleri” olgusu ve 9/11 terör olayı ile birlikte değerlendirdiğimde, dünyanın istenen her bölgesine müdahale gerekçesi yaratmanın bir yolu hazırlanmış demekten kendimi alamıyorum. Ya siz…

Tek dünya devletine gitme amacındaki batılı emperyal güçlerin en önemli temsilcilerinden biri olduğu ileri sürülen  Baron M.A.Rothschild’in bir sözü var: “Bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin, kanunları kimin yaptığı umurumda değil.”

Devam edelim. Dış ilişkiler Konseyi üyesi (CFR) ve Federal Reserve ‘in kurucu üyesi, aslen Alman yahudisi olan Amerikalı banker Paul Warburg daha 1950 yılında şöyle diyordu: “Bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak… Tek mesele bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır.”

Yine bir Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyesi David Rockfeller ise “Dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte 1.000’e çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir. Gelecekte devletler finans sektörü tarafından idare edildiğinde, dünyaya barış ve huzur gelecektir.” diye boşuna söylemiyor…

Elbette bir bildiği var!

Bu bağlamda, İngiliz Chatham House, Tavistock Enstitüsü’nden ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi’ne (CFR) kadar düzinelerce “uluslararası” kuruluşun, aslında  aynı güç odaklarınca  kontrol edildiğine ve yönlendirildiğine yönelik çok fazla iddia ve kaynak mevcut.

 “Yeni Dünya Düzeni”adı da verilen “Tek Dünya Devleti” ile ulaşılmak istenen hedefin;

  • Küreselci batılı merkez sermayenin, dünyamızda tam egemenliğini sağlamak suretiyle, gerektiğinde güç de kullanarak “küresel bazda kar ençoklaması sağlama” hedefine ulaşmak.
  • Dünyanın her yanında küresel merkez sermaye ve onun tek devletinin çıkarlarını savunan, onlarla her koşulda işbirliğine hazır, ulusal kültür ve duyguları köreltilmiş işbirlikçi kadrolar yetiştirmek ve bu kadroları dünyadaki yerel devlet ve şirketlerin yönetim kadrolarına getirmek.
  • Semavi dinleri SENKRETİK (Bağdaştırılmış) tek din haline dönüştürmek, bunun için de İslam’ı Hz. Muhammed’siz hale getirerek “İbrahimi Dinler” potası içinde eritmek. (Mekke oligarşisine karşı çıkarak İslam dinini tebliğ eden “Devrimci İslam Peygamberi”nin gerçek savaşı iyi anlatılabilmiş ve onun tebliğ ettiği dinin devrimsel niteliği, Emevi saltanat dinciliği ve devamında gelenlerce saptırılmamış olsaydı, bugün İslam aleminin durumu çok farklı bir noktada olacaktı. Bütün bu derin dünya devleti tayfasının en çok nefret ettiği ve korktuğu din “Gerçek İslam Dini”dir.)
  • Derin dünya devletinin küresel kar ençoklamasının en önemli dayanağı “küresel sömürü – küresel Pazar – küresel kar” amaçlarına ulaşabilmek için ciddi engel oluşturan ulusal/milli devletlerin ortadan kaldırılması/güçsüzleştirilmesi ve “Neoliberal Demokrasi” ambalajında (özgürlükçü, hoş ve kolay yutulur görüntüde) seçkinci bir faşist/sosyalist modelin insanlığa dayatılmasıdır. ( Ulusal devleti ekonomik olarak güçsüzleştirmenin bir yolu olarak özelleştirme dayatmalarına ayrıca dikkat çekmek gerekir).

Tek dünya devletini amaçlayan derin dünya devletinin temel ekonomik gücünü finansal kapitalizm oluşturur. En çok yazılan birinci halka kuruluşlarının aşağıda belirtilenler olduğu iddia edilir. İsviçre Basel’da Rothschild’in başında olduğu Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements-BIS) tarafından yönetilir. Arkasında aslında iki ana grup vardır. Basel’daki Rotschild ve ABD’ndeki Rockfeller aileleri. Finansal kapitalizm, Hıristiyan hacıların ve Avrupalı tüccarların Kudüs’ü ziyaretlerindeki ekonomik değerlerinin nakline aracılık faaliyetleri ve devamında Rönesans bankerlerinin Uluslararası ekonomiyi borç vererek ve portföy yatırımlarıyla etkilemeleriyle başlayarak sürmüştür.

Hedeflenen küresel dünya devletine giden yolda yer alan birinci kuşak çok bilinen örgütlerin başlıcaları şunlardır:

  • ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR-Council on Foreign Relations)
  • Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR)
  • Bilderberg
  • Trilateral Komisyon
  • Chatham House (RIIA-Royal Institute of International Affairs)
  • NATO-GLADIO
  • NAFTA
  • WTO
  • Yatırım Bankaları
  • Derecelendirme Kuruluşları

Aslında, burada sayılması gereken çok fazla sayıda kuruluş sözkonusu. Yazıyı uzatmamak adına sadece küçük bir kısmını yazdım.

Çok uluslu şirketler ile hükümetlerin ekonomik – siyasal işbirliği yapmalarının, genellikle küresel sermayenin ülkelerin hammadde kaynaklarını ele geçirmeleri veya kontrol etmeleriyle sonuçlandığını biliyoruz.

Bu nedenle, dünyanın önemli zenginlik kaynakları ve servetleri küresel sermaye seçkini bir grubun elinde toplanırken, dünya nüfusunun gittikçe büyük bir kısmı ise yoksullaşmaya devam etmektedir. Ekonomik büyüme, kapitalist sistemde nüfusun küçük bir bölümünün işine yararken, çoğunluğun göreli durumu daha da kötüleşmektedir.

Neden?

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD Dışişleri Bakanlığı planlama kadrosu başkanı olan ve 1950 yılına kadar bu görevini sürdüren George Kennan’ın 1948 yılında hazırladığı “23.Politika Planlama Çalışması” içeriğinin bir kısmı şöyledir:

“Dünya zenginliğinin yaklaşık %50’sine fakat nüfusunun sadece %6.3’üne sahibiz… Bu durumda haset ve kızgınlığa hedef olmamamız imkansız. Yaklaşan dönem için asıl görevimiz, bu eşitsizliği sürdürmemizi sağlayacak bir ilişkiler modeli düşünmek… Bunu yapabilmek için her türlü duygusallıktan ve düş kurmadan vazgeçmek zorunda kalacağız ve dikkatimizin tamamen aciliyet arz eden ulusal hedeflerimiz üzerinde toplanması gerekecek… İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı hedefler üzerine konuşmayı bırakmalıyız. Doğrudan güç kavramları üzerinden iş yapacağımız günler çok uzak değil. O günler geldiğinde idealistçe sloganlara ne kadar az takılırsak o kadar iyi olur…”

Aynı şekilde, 1950 yılında ABD’nin Latin Amerika büyükelçileri için verilen bir brifingde Kennan, ABD dış politikasının asıl kaygısının “hammaddelerimizi (yani Latin Amerika’nın hammaddelerini) korumak” olması gerektiğini ve Latin Amerika’da yayılmakta olan “hükümetin, halkın refahından doğrudan sorumlu olduğu fikrinin oluşturduğu tehlikeli bir sapkınlıkla mücadele edilmesi” gereğini ifade etmişti.

II.Dünya Savaşı sürecinde, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Dış İlişkiler Konseyi (CFR) araştırma grupları “Büyük Alan” olarak adlandırdıkları savaş sonrası dünya için çeşitli planlar yapmışlardı. Amerikan ekonomisinin gereksinimlerine tabi kılınacak bir alandı bu alan.

Büyük Alan’ın kapsayacağı yerler: “Batı Yarımküre, Batı Avrupa, Uzakdoğu, eski Britanya İmparatorluğu, Ortadoğu’nun eşsiz enerji kaynakları, Üçüncü Dünya’nın geri kalanı ve eğer mümkün olursa tüm dünya” idi. Fırsatlar uygun oldukça da bu planlar uygulanacaktı.

1949 Tarihli bir ABD Dışişleri Bakanlığı bildirisine göre: “Üçüncü Dünya, endüstriyel kapitalist toplumlar için ana işlevini bir hammadde kaynağı ve pazar olarak yerine getirmeliydi.”

Vietnam Savaşı, aslında bu hizmet rolünü sağlama alma ihtiyacından doğmuştu. Vietnamlı milliyetçiler buna karşıydılar, öyleyse ezilmeleri gerekiyordu. Aslında, bir yerleri ele geçirmeleri gibi bir tehdit yoktu. Fakat bölgedeki diğer ulusları cesaretlendirerek tehlikeli bir ulusal bağımsızlık örneği oluşturmalarından korkulmuştu.

ABD hükümetinin oynayacağı başlıca iki rol öngörülmüştü. Birincisi, Büyük Alan’ı en ücra köşelerine kadar güvence altına almaktı. Bunun için nükleer silahlara ihtiyaç vardı. Hükümetin ikinci rolü, ileri teknolojili sanayi için bir devlet desteği yaratmaktı. Çeşitli nedenlerle benimsenen yöntem ise büyük ölçüde askeri harcama olmuştur. Yani, bir taş ile çok kuş!

Birkaç küçük örnek yazalım…

ABD kuvvetleri 1945 yılında Kore’ye girdiğinde, çoğunlukla Japonlara direniş göstermiş antifaşistlerden oluşan, seçimle başa gelmiş yerel hükümeti dağıtıp, Japon faşist polisini ve onlarla Japon işgali esnasında işbirliği yapmış Korelileri kullanarak amansız bir baskı başlatmıştı. Kore savaşı’ndan önce Güney Kore’de 100.000 civarında insan öldürülmüştü.

Kolombiya’da, Franco İspanyası’ndan esinlenen bir faşist darbe, ABD hükümetinin hiçbir itirazına neden olmamıştı. Aynı şekilde, Venezuela’daki bir askeri darbe ya da Panama’da bir faşizm hayranının yeniden göreve getirilmesi de öyle. 1954 Yılında CIA, Guatamala’yı cehenneme çeviren darbeyi planlarken de benzer düşünceden hareket edilmişti. Dominik Cumhuriyeti’nde 1963 ve 1965’de, Brezilya’da 1964’de, Şili’de 1973’de (Kissinger’e göre Şili, bölgeye bulaşacak bir virüstü ve etkileri İtalya’ya kadar ulaşabilirdi.) ve diğer pek çok yerde…

Özetle: II.Dünya Savaşı’nın ardından gelen dönemde ABD’nin başını çektiği yeni dünya düzeninin karşısındaki en büyük tehdit “Üçüncü Dünya Milliyetçiliği”ydi. Ya da “kitlelerin düşük yaşam standartlarının derhal iyileştirimesi yönündeki genel istek ve yurtiçi gereksinimlere yönelik üretim yapılması konularında hassas olan aşırı milliyetçi rejimler.”

ABD’nin bu dönemdeki esas amacı: bu tür “aşırı milliyetçi” rejimlerin iktidara gelmesine engel olmak ya da şans eseri iktidara gelirlerse onları bertaraf ederek, yerlerine yerli ve yabancı sermayenin özel yatırımda kullanılmasını, ihracat için üretim yapılmasını ve ülke dışına kar sağlanmasını destekleyen hükümetler kurmaktı.

ABD’li yatırımcıların gereksinimlerine tabi kılınmış bir küresel sistem istiyorsanız, sistem parçalarının ayrılıp gitmesine izin veremezsiniz. ABD’de vermiyor zaten…

 

Son söz: ya bu küresel sisteme kul olacaksınız ve sistem sizi yutacak ya da ulusunuzu, dilinizi, dininizi koruyacak, vatanınıza ve vatandaşınıza sahip çıkacaksınız… “Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” olacaksınız!

İlmik ilmik örülen bu oyunu bozmak için bir olacağız ve birlikte kalacağız. Daha önce de yaptığımızı yine yapacağız ve Türk ulusu olarak hergün yeniden doğarak sonsuza dek var olacağız.

 

*: Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), TBMM tarafından 3.3.1924 tarih ve 430 Kanun Numarası ile kabul edilmiş olan ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanmasını öngören yasadır.

Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç duyulması sebebiyle hazırlanan kanun; ülkenin eğitim işlerinde çokbaşlılığın kaldırılmasını sağladı.

 

 

blank

blank
A.Can Ayışık

 

 

 

 

 

 

 

 

 

error: Content is protected !!