10 KASIM 1938 ATATÜRK’ÜN VEDASI
Last Updated on 15/11/2024 by ahmet can ayışık
Ruhun şad olsun büyük ATATÜRK; IŞIKLARDA UYU!
10 Kasım 1938 Perşembe Sabahı…
Saat 08.40’ta Atatürk’ün odasına giren Makbule Hanım yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:
“Nihat Reşat Atatürk’ün sol tarafına oturmuş bir lastik tulum içinde Atatürk’e hava veriyordu. (…) Ben de karyolanın sol tarafına diz çöktüm. Gözyaşlarım yerlere akarak, başımı gözümü kimseye göstermeyerek gözyaşlarımı çeşmeler gibi döktüm. Onlar kendi vazifelerine (Doktor Nihat Reşat ve bir hizmetçi) bakarken, ben de burada Atatürk’le konuşmaya başladım:
Ağabeyciğim, nedir bu uykun? Üç gündür gözlerini derin uykulardan açamıyorsun, mavi gözlerine hasret kaldım. Mahşere mi kaldı görüşmemiz? Bir daha mavi gözlerini göremeyecek miyim? Bana hakkını helal et, ben hakkımı helal ettim,” dedim.
Saat dokuza sekiz dakika kalmıştı. Hemen Kılıç Ali içeri girdi. “Aman hanımefendi, Çok ağladınız, biraz dışarı buyurun” dedi. Elimden tutarak dışarı çıkardı her zamanki planları üzerine. Bütün mevcut olan doktorlar dışarıda hazırlanmışlar, hep birden içeri girdiler.
Nihat Reşat “Üzülme, ağlama hanımefendiciğim. Şimdi her günkü gibi doktorlar toplanarak konsültasyon yapacağız, ne lazımsa iyi olması için yapacağız, üzülmeyiniz.” demişti biraz evvel. Doktorlar da hemen içeri girdiler. Hepsi Atatürk’ün karşısına sıralandılar, ben de dışarıda yumruklarımı başıma vuruyordum. “Bakalım ağabeyime ne olacak?” diyordum.
Kimse kimse birşey söyleyemiyordu. Tekrar odaya girdim. Ah bir de ne bakayım, Atatürk’ün yüzüne bir tülbent germişler. Bu defa karyolanın sağ tarafına oturarak ayaklarına sarıldım. Başyaver geldi.
-Haydi hanımefendiciğim. Fazla ağlama, kalk.
Son nefesinde Atatürk’ün yanında olan Kılıç Ali şunları söylüyordu:
Atatürk dakika dakika soluyor, sönüyordu. Hepimiz ümitsizlik ve çaresizlik içindeydik. Artık hiç kimsede gözyaşlarını saklamak imkanı kalmamıştı. Herkes üzüntüsünü açığa vurmuştu. Nihayet, meşum 10 Kasım 1938 Perşembe günü geldi çattı. Sabah saat 8.00 sularıydı. Hepimiz Atatürk’ün yanındaydık. Rengi tamamen solmuştu. Dr. Mehmet Kamil Bey başucunda karyolaya dayanmış, gözlerinden dökülen nohut tanesi iriliğindeki yaşları ak bıyıklarını ıslatıyordu. Bu şekilde, ağzına su vererek O’nu biraz ferahlatacağını ümit ediyordu. Süreyya Hidayet Paşa ile Dr. Abravaya ise karyolanın ayakucunda, üzüntüden sapsarı kesilmiş bir halde, Atatürk’ün ayak parmaklarını hassasiyetle incelemeye çalışıyorlardı. Gerçekten acıklı ve feci bir manzara vardı.
Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümüzün önünde, güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Aman yarabbi! Adeta dehşet içindeydik. Hasan Rıza Soyak ve İsmail Hakkı Tekçe ile birlikte, ellerimizi kavuşturmuş, son saygı durumunda duruyorduk. Hasan Rıza dayanamadı, büyük bir üzüntü içinde şöyle dedi:
-Kılıç bak, koskoca bir tarih göçüyor!
Saat tam dokuzu beş geçiyordu. Atatürk birdenbire gözlerini açtı. O güzel mavi gözlerini son olarak bize yöneltti. Ve hemen kapadı. Başını hemen eski durumuna getirdi. O güzel gözler artık ebediyen kapanmıştı.”
Hasan Rıza Soyak ise Atatürk’ün son dakikalarını şöyle anlatıyordu:
Türk vatanının kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, eşsiz inkılapçı ve beşerin müstesna evladı büyük insanın fani aleminde ancak 5 dakikası kalmıştır; gözleri kapalıdır; göğsü mütemadiyen inip, çıkmaktadır. Odada ve bütün Sarayda derin ve ruhani bir sükût hüküm sürüyor. Sağ tarafta başucunda Operatör Mim Kemal duruyor; Dr. Kamil Berk başını onun omuzuna dayamış, hıçkırıyor… Prof. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, hem ağlıyor, hem de mütemadiyen: “Aman Yarabbi.” diye mırıldanıyor.
Ben yatağın sol tarafında ayakta duruyorum. (…) Her tarafım uyuşmuş, bütün duygularım donmuş bir halde, o güzel, onurlu çehreye dalmış, bakıyorum. Hazin sessizlik içinde kulağıma yalnız Dr. Mehmet Kamil ve Prof. Akil Muhtar’ın hıçkırıkları çarpıyor.
Saat tam 9’u 5 geçiyor. Birdenbire gözleri açılıyor, dikkat ediyorum: Gök mavisi gözlerinde hala bildiğimiz çelik parıltıları ışıldamaktadır. Bir an sert bir hareketle başını sağa çeviriyor. Bana öyle geliyor ki, bu hareketiyle etrafındakilerin şahıslarında ilahı bir aşk ile bağlandığı ve inandığı aziz milletini son defa askerce selamlamaktadır.
Birkaç saniye sonra o azametli varlık, milletinin kalp ve idrakiyle beşer tarihindeki ölümsüz hayatına göçmüş bulunuyordu. Ben de artık hıçkırıklarımı zapt edemedim; yatağa dönüp diz çöktüm, sağ elini ellerimin içine aldım, öptüm ve yüzüme gözüme sürdüm. Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kamil de çenesini bağlıyordu. Yerimden kalktım, yapılacak vazifelerim vardı; gözyaşlarımı sildim ve odadan çıktım.
Son nefesinde Atatürk’ün yanında olanlardan birisi de Salih Bozok’tu. Ata’nın yaveri, çocukluk arkadaşı, en yakın dostu Salih…
10 Kasım sabahı Atatürk’ün elini son kez öptü ve odasına çekildi. Biraz sonra bir el silah sesi duyuldu. Bozok, kalbine bir kurşun sıkmıştı.
Gözünü hastanede açan Salih Bozok Atatürk’ün odasından çıktığı, intihar etmeden hemen önceki ruh halini de şöyle tasvir ediyor:
Maddi manevi hiçbir kuvvet hiçbir mucize artık onu kurtaramayacaktı. Saraya uykuda yürüyen adamlar gibi gelip gidiyordum. O günlere ait hiçbir hatıramı tespit etmeye muvaffak olamadım. Birisi belki adımı sorsa cevap verecek halde değildim. Yalnız Atatürk’ün öldüğü günü hiç unutamıyorum. Hekimler büyük ölünün odasından çıktıkları zaman yüzüm kim bilir nasıl korkunç bir hal almış ki operatörü Mim Kemal Bey telaşlanarak: “Nereye gidiyorsun?” diye sormaya mecbur oldu. “Hiç, dedim. Gidiyorum. İşim bitti artık!”
Fakat M. Kemal Bey bırakmadı. Kolumdan tutarak aşağıya kadar indirdi. Kalbim iki değirmentaşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa, ancak bu kadar ezilirdi. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de konuşulanları anlıyordum. Bir ara büsbütün kendimden geçmişim. Odadan deli gibi fırladım. “Nereye?” diye arkamdan koştular. “Şimdi geliyorum!” dedim. Fakat bundan sonrasını hiç ama hiç hatırlamıyorum. Gözümü açtığım zaman kendimi hastanede buldum.
Sabiha Gökçen ve Afet İnan Atatürk’ün vefatından sonra trenle Ankara’ya gönderilmişlerdi. Gökçen Ankara’ya iner inmez hissettiği duyguları hatıralarında şu cümlelerle ifade etmişti:
Tesellisi olmayan bir acıyı yüreğinde hissetmesi insanı ne hale sokarsa ben de o hallere düşmüştüm. Ben de, Afet ablam da, diğer yakınları, onu candan sevenler, bütün ulusu da. O Ankara’da yoktu. O artık beni Çankaya Köşkünün kapısında gülen maviliklerle dolu gözleriyle karşılayamayacaktı. “Hoş geldin Gökçen kızım.” diyecek kimsem yoktu. Onu yaşama döndürememenin ne demek olduğunu öğrenmiş ve bu arada çaresizlik kelimesinin insana neler ifade edebileceğine yakinen tanık olmuştum. İşte buydu çaresizlik. Yapılacak bir şey olmaması. Bir değil bir can verseniz bile o canı geri döndüremeyeceğinizi bilmek, elleri kolları bağlı kalmak.
“Daha büyük işler başaracağız!” yüce inancıyla dolu Atatürksüz yıllar nasıl geçecekti. Gerçekten de geride kalanlar onun çizdiği yolda, onun vatan ve millet felsefesi, çağdaş uygarlık felsefesi yolunda gidecekler, gidebilecekler miydi? Yarattığı esere yeni eserler katarak ruhunu şad edebilecekler, onu ebedi istirahatgâhında rahat uyutacaklar mıydı?
Onu görmek demek behemahal yüzünü görmek demek değildi kuşkusuz, fakat eserlerini, Türk’ü yücelten eserlerini anlamak, bunları devam ettirmek Atatürk’le her an yüz yüze gelmekti. Bunu başarabilecek miydik?
Atatürk’ün hastalığı ve vefatına dair her şey, yapılan tedaviler, verilen ilaçlar, yediği yemekler, gün gün, belge belge, tarihçi-araştırmacı Ümit Doğan’ın Kripto Yayınları’ndan çıkan “Atatürk’ün Vedası” adlı yeni kitabında…
Alınız, okuyunuz, kütüphanenizde bulundurunuz!
Eline sağlık Ümit Doğan!
“BİR BABANIN VEDASI” Atatürk hakkında onlarca kitap hazırlayan bir tarihçi olarak bir kitabı hazırlarken ilk defa duygusal anlamda bu kadar zorlandığımı da itiraf etmek isterim. Bu nedenle uzun ve bilimsel bir ön söz yazmak yerine kitabın girişine “Bir Babanın Vedası” başlığını atmayı uygun gördüğümü samimi olarak siz değerli okurlarla paylaşıyorum. Gün geçtikçe değeri anlaşılan, yaşadığımız her sıkıntıda “O şimdi burada olsaydı…” diyerek hayıflandığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, babası Aziz Atatürk… Seni öyle özlüyoruz ki tıpkı evlatlarının huzuru, mutluluğu ve refahı için ömrünü tüketen, onlar için her sıkıntıya ve zorluğa göğüs gerip kendi hayatını hiçe sayarak ailesini feraha kavuşturan, bunu yaptıktan kısa bir süre sonra da fani âlemi terk edip baki aleme göç ederek onlara veda eden bir babanın evlatları gibi… Evet, duygusal yanımızı bir tarafa bıraksak dahi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası, kurucu atası olduğu tarihî gerçeklerle sabit. Osmanlı’nın son yüzyılında sadece Balkanlar’da milyonlarca Müslüman’ın ve Türk’ün katledildiği, sağ kalanların büyük bir kısmının da canını, malını, namusunu kurtarmak, Atatürk’ün önderliğinde dalgalanan Millî Mücadele bayrağının altına sığınmak için göç ettiği yer olan Anadolu, her ne kadar vatan toprağı olsa da aslında bir anlamda baba ocağıydı. Kültürümüzde baba/ata evin direğidir. Atatürk bu bilinçte yaşamış, yurdunu ve milletini, evi ve ailesi bilip bu uğurda ömrünü tüketmiştir. Görmüş olduğunuz bu eser, Atatürk’ün bizlere veda ettiği 1938 yılına, vefatının öncesi ve hemen sonrasında yaşanan olaylara ait hiç yayımlanmamış tarihî kaynaklar ve arşiv belgeleriyle bilimsel bir iz düşümü sunsa da okuduklarınız ve gördüklerinizle duygusallıktan kopamayacaksınız. Ümit Doğan
Not: Yukarıdaki alıntıda Ümit Doğan’ın 9 Kasım 2024 tarihinde X hesabından yaptığı paylaşımdan faydalanılmıştır.