ANASAYFAATATÜRK VE TÜRK DEVRİMİSİYASET

KEMALİZM VE DEMOKRASİ

Last Updated on 15/11/2024 by ahmet can ayışık

blank

Atatürk’e saldıranların Kemalizm’de demokrasi yoktur savını iyi değerlendirebilmek için, sadece 1920’lerin 1930’ların Anadolu’sunun koşullarını anımsamak yetmez. O dönemin Batı’sına, bugünkü demokratik ülkelerin o dönemdeki durumlarına da bakmak gerekir.

Son günlerde, Gazeteci Fatih Altaylı’nın YouTube kanalına katılan Nobelli  Daron Acemoğlu’nun Mustafa Kemal Atatürk eleştirisi sosyal medyada gündem maddesi oldu. Acemoğlu: “Atatürk, o sırada politik sistemi açabilmek gibi bir elinde opsiyon olmasına rağmen tam tersini yapıyor. Elindeki gücü merkezileştirmeye çalışıyor. Yani mümkün müydü gerçekten daha demokratik bir şey olması? Belki de mümkündü” dedi.

Acemoğlu’nun sözleri eleştiri alırken Acemoğlu’nu destekleyen paylaşımlar da yapıldı. “bilgedunyali.com” olarak bu konuda  Acemoğlu’na katılmamız mümkün değil. O günün bugünkünden çok farklı olan iç ve dış koşullarını Daron Acemoğlu’nun tam olarak dikkate alamadığını düşünüyoruz.

Bu nedenle ve konuyla çok yakından ilgili gördüğümüz bir siyaset bilimciden,  Prof.Dr.Ahmet Taner Kışlalı’nın (Türk siyaset bilimci, siyasetçi, eski Kültür Bakanı, yazar ve öğretim üyesi. 10.7.1939-21.10.1999; Ankara’da evinin önünde uğradığı bombalı saldırıda öldürüldü. Faili bulunamadı.) ; Kemalizm Laiklik ve Demokrasi kitabından yaptığımız aşağıdaki alıntıyı yayınlamakta fayda görüyoruz. Kışlalı hocanın ruhu şad olsun!

 

 

Kemalizm Bir İdeoloji midir?

Tarihsel hesaplaşmanın konusu açık: Kemalizm 1920’li yıllarda işlevini yerine getirip bitti mi? En azından bazı ilkelerini çöp kutusuna atmak zamanı geldi mi? Yoksa  21. yüzyıla hazırlanan bir Türkiye’de, geçerliğini hala koruyor mu?

Ama daha önce yanıtlanması gereken iki soru var: Niçin  Atatürkçülük değil de  Kemalizm?  Ve  Kemalizm bir ideoloji midir, değil midir?

İdeolojiler, toplumsal gereksinmeleri karşılayan, o gereksinmeleri duyan kesimlerce benimsenmiş, kendi içlerinde tutarlı inanç sistemleridir. Benzer koşulları paylaşanların, o benzer koşullarının ürünü olan sorunlarına çözüm getirirler. Özleri aynı kalmakla birlikte, değişen koşullara koşut olarak yenilenebilen, yenilenmeye açık olan ideolojiler ölmezler. Katılaşan, kalıplaşan ideolojiler ise, günün birinde tarih sayfalarındaki yerlerine gömülürler.

Sağcı ideolojiler daha çok duygulara, solcu ideolojiler ise akla seslenirler. İnsanın bilinçli çabasının koşulları iyileştirebileceğine,  sorunlara  çözüm  getirebileceğine  olan güveni yansıtırlar. Kemalizm de, akla ve insancıl değerlere dayalı “çağdaş” bir toplum özlemine yanıt veren, geri kalmışlıktan kurtulma istencini yansıtan bir ideolojidir.

İki  nedenden  dolayı,  “Kemalizm”  sözcüğünü  “Atatürkçülük” sözcüğüne tercih etmek daha doğru olur: Atatürkçülük yıpratıldığı için, bir; Kemalizm uluslararası dile girdiği için, iki.

Cumhuriyetimizin son kırk küsur yılı, “Atatürkçülük” adına Atatürk’e yapılan ihanetlerle doludur. Bir başka kesim ise, Atatürkçülüğü, Atatürk’ün sağlığında yaptıklarının “bekçiliği” biçiminde anlamıştır. Kalıplaştırmıştır, dondurmuştur. Oysa bu, Atatürk’ün önderliğinde gelişen ideolojinin ve devrimin özüne aykırıdır.

Kemalizm “ilerici” bir ideolojidir. Ne geçmişin bekçiliğidir; ne de kalıplaşmış bir inanç sistemi. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir.

Kemalist ideolojiyi ve o ideoloji doğrultusunda gelişmiş olan Türk devrimini anlayabilmek için, hangi koşullarda oluştuklarını iyi değerlendirmek zorundayız.

1920’lerin  Anadolu’sunda,  bugünün  Bangladeş’inden daha yoksul bir toplum var. Kişi başına düşen yıllık ulusal gelir, 67 dolar. Her on erkekten ancak birisi okuma yazma biliyor. Kadınlar arasında ise, bu oran binde dörde kadar düşüyor.

Ticaret  yaşamı,  büyük  ölçüde  Müslüman  olmayan azınlıkların elinde.  Taş işçiliğinden kuyumculuğa  kadar, birçok bilgi ve beceri isteyen dallarda da durum aynı. Sanayi yok. Toplu iğne bile yurt dışından getiriliyor.

Osmanlı  borçları  için  “Düyun-u  Umumiye  İdaresi” kurulmuş.  Birçok  madde  üzerindeki  damga  ve vergileri toplayacak olan bu kurula yabancılar egemen. Başkanlığını bir dönem Fransa, bir dönem İngiltere yapıyor. Üst düzey yönetici ve görevlilerin hepsi Avrupalı. Anadolu’daki görevliler ise yerli Hıristiyanlar.

Uzak cephelerde uzun süren savaşların ürünü bitkin bir ordu. Önemli bir bölümü işgal altında bir ülke. Büyük bölümü ortaçağ koşulları içinde bir toplum.

28 Mayıs 1921 tarihli bir Alman gazetesinde (Münchener Neuste Nachrichten) şu satırlar var: “Küçük Asya’nın kalbinden  doğan  ve ‘Fraklı  Yağmacılar’a  gülerek,  ‘Benim onayım dışında alınan bütün kararlar, sadece bir kağıt parçasıdır’ diyen kişiden başka, artık hiç kimse Türkiye’nin geleceğine inanmak istemiyor.”

Bu çöküş süreci içinde düşünen kafalar, çıkış yolu arayan aydınlar elbette ki yok değildi. Devrimci düşüncelere, 1860’lardan  başlayarak,  Osmanlı  aydınları  arasında  da rastlanıyordu.  Namık Kemal’den  Prens  Sabahattin’e, Ali Suavi’den Celal Nuri’ye, Şemsettin Sami’den Ziya Gökalp’e kadar bir birikim oluşuyor ve Mustafa Kemal’i etkiliyordu. Dilin Arapça ve Farsça  sözcüklerden arındırılmasından, çok kadınla evliliğin yasaklanmasına ve Latin harflerinin kabul edilmesine kadar birçok düşünce vardı, savunulan ve tartışılan.

Mustafa Kemal  çok geniş  bir  tarih  bilgisine  sahipti. Yerli ve yabancı yüzlerce düşünürün kitaplarını okuyor ve kafasında çözüm yolları oluşturuyordu. Gerçekçiydi. Yıkılan bir imparatorluğu kurtarmaya çalışmanın yanlışlığını görüyor, çıkış yolunun bir “ulusal devlet” kurmaktan geçtiğine inanıyordu.  Osmanlı  devletinin,  Türk tarihindeki. “din ile devlet işlerini karıştırmanın son kurbanı” olduğunu düşünüyordu.

İdeolojisinin  çerçevesi,  Mustafa  Kemal’in  kafasında daha  genç  bir  subayken  oluşmaya  başlamıştı.  Erzurum Kongresi öncesinde, 8 Temmuz  1919 günü sabaha karşı Mazhar  Müfit  Kansu’ya şunları  not ettirdiğini biliyoruz: “Zaferden sonra şekli hükümet cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki, Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç, tesettür kalkacaktır. Dört, fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.”

Kalem Kansu’nun elinden düşmüştü. Şaşkın “Darılma, ama paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var” dediğinde de, Mustafa Kemal gülmüştü: “Bunu zaman tayin eder, sen yaz… Beş,  Latin harfleri kabul edilecek.”  Olayın gerisini Mazhar Müfit Kansu anılarında şöyle anlatıyor: “Paşam kafi, dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile ‘Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım, üst tarafı yeter’ diyerek defterimi kapattım.”

Kemalizm ve Demokrasi

Nasıl ki her bitki her iklimde yetişemezse, demokrasinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesinin de belirli koşulları vardır.

Sanayileşme, kentleşme, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim düzeyine ulaşma. Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.

Bunlar bir anlamda demokrasinin nesnel koşullarıdır. Ama bu koşulların büyük ölçüde var olması, demokrasinin de kendiliğinden var olacağı anlamına gelmez. Çünkü demokrasinin bir de öznel koşulu vardır: “Demokratik kültür.” Hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı olan demokratik kültür ise, ancak demokrasinin bir yaşam biçimine dönüşmesiyle ve uzun zamanda oluşur. Hoşgörüsüzlüklerin, uzlaşmazlıkların  yarattığı sıkıntılar çekilerek,  bilincine varılarak, ağır ağır oluşur.

1920’lerin Anadolu’sunda, bu koşulların hemen hiçbirisinin bulunmadığını biliyoruz.

Yoksul ve eğitimsiz bir tarım toplumu. Batı’da demokrasiyi yaratan iki temel sınıftan da yoksun. Ne gerçek anlamıyla bir burjuvazi ne de gerçek anlamıyla bir işçi sınıfı var…  Radyo yok. En büyük gazeteler, ancak 3-4 bin basabiliyor… Demokratik kültür değil, büyüğe itirazsız uyulan, Kemalizm’le Hesaplaşmalı tartışmaya yer vermeyen bir kültür, aile düzeyinde de egemen, toplum düzeyinde de.

Birkaç aydın dışında, özgürlük ve demokrasiyi ne bilen var, ne de isteyen.

Atatürk’e saldıranların Kemalizm’de demokrasi yoktur savını iyi değerlendirebilmek için, sadece 1920’lerin 1930’ların Anadolu’sunun koşullarını anımsamak yetmez. O dönemin Batı’sına, bugünkü demokratik ülkelerin o dönemdeki durumlarına da bakmak gerekir.

1930’larda, bugünkü anlamda katılımcı bir demokrasi, Avrupa’nın hiçbir yerinde yok. İtalya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930, Almanya 1933, İspanya 1938 yılında faşist bir yönetime  geçmiş.  Merkezi  bir yönetim biçimi olan Fransa da giderek faşizme teslim olacaktır.

Ve ünlü sosyolog Max Weber bile, demokrasiyi şöyle tanımlıyor:  “Demokraside,  halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder, ‘Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin’ der. Artık halk ve parti onun işine karışamazlar. ”

Almanya, İtalya ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin bile, demokrasiye kendi iç dinamikleri ile değil, savaş yenilgisiyle birlikte dayatılan koşullar nedeniyle geçtiklerini unutmamalıyız! Unutmamalıyız ki Kemalizm’in erdemlerini  ve  demokrasi  karşısındaki  tavrını  daha  iyi  anlayabilelim!

Demokrasinin ne  “nesnel” ne de “öznel” koşullarının bulunmadığı bir toplumda; demokrasinin gerileyip faşizmin yükseldiği bir dünyada; acaba Mustafa Kemal ne düşünüyordu? Toplumunu nasıl bir yönetim biçimine hazırlamak istiyordu?

Atatürk için, Kemalizm’in cumhuriyetçilik ilkesi ile demokrasi  eşanlamlı idi: “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.”

Atatürk için, demokrasi her şeyden önce bir özgürlük sorunu idi: “irade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir.  Demokrasi maddi  refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet  ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.”

Atatürk  özgürlük  düşüncesini  topluma  yaymak  için büyük çaba gösterdi. Hem de bunu, özgürlük ve demokrasinin yükselme döneminde değil özgürlük ve demokrasinin kötü ve zararlı olduğu düşüncesinin Avrupa’ya büyük ölçüde egemen olduğu bir dönemde yaptı. Kendi el yazısı ile kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabı, halka özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için hazırlanmış bir el kitabı gibiydi. Daha sonra okullarda ders kitabı olarak okutuldu.

Örneğin bu kitapta -demokrasinin temel öğelerinden olan- kamuoyu şöyle anlatılıyordu: “Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Ulusal egemenlik ve temsili hükümet düşüncesinin yayılması ve yükselmesi ancak kamuoyunun etkinliği ile olabilir.”

Kitaptaki  basın özgürlüğü ile ilgili düşünceleri,  Atatürk’ün ne ölçüde içten bir özgürlükçü olduğunun da kanıtıydı:  “Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol,  kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden  doğacak  sakıncaların  ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür.”

Özgürlük ve demokrasinin ne olduğunu bilmeyen ve dolayısıyla böyle bir istemi bulunmayan bir halka, özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için büyük çaba sarf eden bir “diktatör” olabilir mi?

Atatürk’ün, daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi ismini alacak olan Halk Fırkası’nın tüzüğünü hazırlarken, bu partinin laik demokrat olduğunu vurgulamaya özen gösterdiğini de biliyoruz. Zamanın Fransa Büyükelçisi’ne söyledikleri ise, hiçbir yanlış anlamaya meydan bırakmayacak kadar açıktır:

“Kişisel iktidar gibi zararlı bir örnek bırakarak ölmeyeceğim. Parlamenter bir cumhuriyet kuracağım.”

Atatürk’ün hem padişah, hem halife olması için hiçbir engel yoktu. Tersine, yakın çevresinden ve hatta yurt dışındaki  Müslümanlardan,  bu  yönde  telkinler  geliyordu. Ama o, bunları hiç düşünmeden reddediyordu. Cumhurbaşkanlığını bile geçici bir görev  olarak düşünmekteydi. Fethi Okyar’ın 9 Ağustos 1930 tarihli mektubuna verdiği yanıtta şu satırlar vardı: “Bildiğiniz gibi resmi görevim dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkasının Genel Başkanlığını fiilen yapamamaktayım. Fiili Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Cumhurbaşkanlığı görevimin bitiminde, bizzat kurduğum Cumhuriyet Halk Fırkasının Başkanlığını fiilen yerine getireceğim tabiidir.”

Mustafa Kemal’in demokrasiyi hedeflediği, cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı şeyler olarak düşünmediği açıktır. Üstelik ülkenin koşulları uygun olmadığı, dünyanın koşulları ters yönde geliştiği bir dönemde, bu düşüncesinden sapmamıştır.  Baskı  rejimlerinin hepsini eleştirmiştir.  Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye  açısından  özenilir olmadığını  vurgulamıştır.

Ama bu kadarı yetmez. Kemalizm’in “demokrasi” karşısındaki tutumunu, sadece sözlere bakarak değerlendiremeyiz. Asıl önemli olan, Kemalizm’in demokrasiye ulaşabilmek için neler yaptığıdır.

Mustafa Kemal, Samsun’a ayak bastığı andan gözlerini yaşama kapadığı ana kadar, kişisel bir yönetim kurmamaya özen gösterdi. Baskı ve tehditle değil, insanları inandırarak adımlarını atmaya öncelik verdi.

Ulusal  Kurtuluş Savaşı’nın bile, oldukça  demokratik bir  mecliste  tartışılarak,  zaman  zaman  sert  bir  biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihini yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir yasallık kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Birinci Dünya Savaşı’nda -çeşitli cephelerde- zafere ulaşmış tek Osmanlı paşasıydı. Daha o zamandan büyük bir ulusal kahramandı. Ulusal hareketi bir  “emir-komuta zinciri  içinde yürütme kolaylığını seçebilirdi.

Bunu  yapmamıştır.  Demokrasinin,  halk  desteğinin, kendisi açısından bir temel tercih sorunu olduğunu hemen her davranışında göstermiştir. Devrim tehlikeye düşüp de sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığında, bunu hiçbir zaman doğal saymamıştır.  “Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek  büyük  tehlikeler karşısında  kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır” demiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında görev yapan ilk TBMM’de bile, sayıları 120’yi bulan milletvekilinden oluşmuş bir muhalefet grubu vardı. Örneğin, sıtma ve frengi ile savaş yasası çıkarılırken, “hastalığın mihraplar yüzünden değil, Allah’ın Kemalizm’le hesaplaşmalı takdiriyle oluştuğunu savunuyorlardı.

Muhalefet,  1923  yılında  Meclis yenileneceği zaman, Mustafa Kemal’i milletvekili seçtirmemek için oyunlar düzenleyebilecek kadar cüretliydi. Seçim yasasına şöyle bir hüküm eklenmesini önermişlerdi: “Doğum yeri bugünkü sınırlarımız içinde bulunmayan, ya da herhangi bir yerde beş yıl süreyle kesintisiz yaşamamış olanlar milletvekili seçilemezler.”

Hedefin  Mustafa  Kemal  olduğu  açıktı.  Doğum yeri olan  Selanik  ulusal  sınırlar dışında  kalmıştı.  Cepheden cepheye koştuğu için de, hiçbir yerde beş yıl kalma gibi bir olanağı olmamıştı.  Mustafa Kemal söz aldı, kendisini en basit yurttaşlık haklarından yoksun bırakma girişimi üzerindeki düşüncelerini söyledi. Oyun bozuldu. Yurdun her yanından, önerge sahiplerine protesto telgrafları yağdı.

Atatürk’ün ve Atatürk döneminin demokrasi açısından değerlendirilmesinde, anlamlı bir örnek de 1924 Anayasası tartışmalarıdır. Bir kere, Atatürk’ün -bazı telkinlere karşın­ cumhurbaşkanına hükümeti de kurma  yetkisi  veren bir “başkanlık sistemi”ni hiç düşünmediğini biliyoruz. Üstelik yeni anayasa, cumhurbaşkanına meclisi dağıtma ve yasaları veto etme yetkisini bile tanımamıştır. Bu yetkiler birçok demokratik anayasada bulunduğu ve özellikle de veto yetkisini Atatürk’ün kendisi istediği halde, Meclis bu önerileri reddetmiştir.

Cumhurbaşkanına, seçimlerin yenilenmesini sağlamak amacıyla, hükümetin de görüşünü alarak meclisi dağıtma yetkisi tanıyan madde,  130 milletvekilinden 126’sının oylarıyla tasarıdan çıkarıldı. Veto yetkisi isteğinden ise, sert eleştiriler üzerine Atatürk’ün kendisi vazgeçti. Bu konularda karşı tutumun öncülüğünü yapmış olan Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu gibi isimler de, beklenilenin tersine Atatürk’ün saygı ve beğenisini kazandılar. Hükümetlerde önemli görevler üstlendiler.  

9 Eylül sadece İzmir’in kurtulduğu gün değil, aynı zamanda  Cumhuriyet Halk Partisi’nin -bir yıl  sonra-  Halk Fırkası adıyla kurulduğu gündür. Ama Atatürk devrimini gerçekleştirmek için böyle bir örgütlenmeye gitmek gereğini  duyarken, başka  partilerin  kurulmasını  yasaklayan hiçbir hukuksal düzenleme yoktu.  1924 yılında da,  Atatürk’ün eski silah arkadaşlarından bir grup, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular.

Bu parti ne istiyordu? Neyin muhalefeti idi? Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha hızlı atılımlar istediği için mi kapatıldı?

Hayır! Gerek hareketin öncüleri olan Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi isimler, gerekse partinin programı, gerçek  amacı   saklamak  gereğini   bile  duymamışlardır. Amaç, daha çok geç olmadan “saltanatı ve halifeliği geri getirmek”tir. Devrimi ve dolayısıyle demokrasiye gidişi önlemektir.

Mustafa Kemal, karşı-devrimci olmayan, demokrasiye bağlı bir siyasal muhalefetin bir an  önce doğması konusunda sabırsızdı. Kendi partisi içinde oldukça geniş bir düşünce özgürlüğü ve tartışma ortamı bulunduğu halde, bunu yetersiz görüyordu. Serbest Fırka’nın oluşumu (1930), doğrudan doğruya onun çabalarının ürünüdür.

“Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun” görüşünü savunan Ergun Özbudun’a katılmamak olanaklı mı? Serbest Fırka’nın  kurulması aşamasında,  Atatürk’ün Fethi Bey’e  (Okyar)  yazdığı mektupta  şu  satırlar vardır: “Büyük Millet Meclisi’nde ve millet önünde millet işlerinin serbestçe münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.”

O dönemde -ağırlıkları olmadığı için- pek bilinmeyen başka partiler de kurulmuştu. Ama “devletçi “ CHP’nin karşısında  “Liberal” Serbest Fırka’nın, Atatürk’ün gereksinme duyduğu demokratik muhalefeti yaratabileceği, demokratikleşme sürecini hızlandırabileceği umuluyordu. Oysa bu parti de hızla karşı-devrimci bir niteliğe kaydı. Ekonomik ve toplumsal görüş farkları arka plana itilirken, rejim sorunu ön plana çıktı. Fethi Okyar bile, konuşmalarında şapkanın kafirlik olduğunu, fesin ve şeriatın geri gelmesi gerektiğini savunmaya başladı.

Atatürk’ün, bu olumsuz gelişimi gördüğü halde, müdahale etmemesi, partiyi kapatma yoluna gitmemesi önemlidir. Ama bu kez de Fethi Bey, başında Mustafa Kemal gibi bir ismin bulunduğu parti ile sert bir savaşıma girmekten ve giderek ülkede bir iç karışıklık çıkması olasılığından ürkmüş, partisini kendi elleriyle kapatmak gereğini duymuştur.

Gerçi tek partinin içinde ideolojik bir çoğulculuğa izin veriliyordu. (Bu, baskı rejimlerinde düşünülmesi bile olanaksız bir durumdu!) Altı Ok’un bir ilkesi de devletçilik olduğu halde, Celal Bayar ve arkadaşları, parti içinde açıktan liberalizm yanlısı bir tutum takınıyor ve önemli görevlere gelebiliyorlardı. Ama Atatürk bunu da yeterli görmeyerek, TBMM’ye bağımsız milletvekillerinin de girebilmelerini ve grup oluşturmalarını sağladı. Yasal muhalefetin yararına ve hatta zorunlu olduğuna kesinlikle inanıyordu.

Atatürk’ün saltanat kaldırılırken, bazı dirençleri kırabilmek için tehdit edici konuşmalar yaptığını, devrime yönelik ayaklanmaları şiddete başvurarak bastırdığını biliyoruz. Ama doğruluğuna inandığı  yöntemin ne olduğunu, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir biçimde ortaya koymuştur:

“Düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka; herhangi bir kişiyle,  herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun herhangi bir düşüncesini güç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle, kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Buna karşı en etkili çözüm, gelen düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir.”

Mustafa Kemal sadece özgürlüklerden ve demokratik muhalefetten yana değildi; aynı zamanda yargı bağımsızlığını da savunuyordu. “Yargısı bağımsız olmayan bir devletin kendi bağımsızlığı tartışılır” diyordu. Böyle bir düşüncenin, bir diktatör tarafından savunulmasına olanak var mıdır?

Ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger‘in Kemalist Tek Parti yönetimini özenle incelediğini biliyoruz. Duverger, bu yönetim biçiminin, mutlak baskı rejimin geçerli olduğu toplumlarda demokrasinin gerektirdiği ortam ve koşulları hazırlamak ve sonunda tam bir demokrasiyi gerçekleştirmek  amacına   yönelik  olduğu   görüşündedir. Duverger,  Kemalizm’in,  demokrasi  geleneği bulunmayan gelişmekte olan ülkeler için,  demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda en uygun ideoloji olduğunu savunmaktadır.

Kemalist tek partinin görevi, toplumu çoğulcu bir demokrasiye hazırlamaktı. Tek partili sistem, olayların zorlamasıyla doğmuş, ama sürekli değil, sadece bir geçiş dönemi için öngörülmüştü. Başlangıçtaki memur-eşraf komiteleri görünümündeki ocak örgütlenmesine dayalı yapısı, totaliter partilerden çok kitle partilerine benziyordu.  Partinin kapısı herkese açıktı. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı yapıtında bu durumu şöyle anlatıyor:

“Onun partisine, tek parti adını verenler yanılmaktadırlar. Halk Partisi, en koyu gericilikten en ileri fikre kadar, bütün eğilimleri,  itiraz edilmez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan bir karma parti idi. Bu karma parti içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık. Atatürk’e: ‘Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda toplayınız’ gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuştur. ”

Başka bir deyişle, Atatürk’ün tek partisi, dışında bulunmayan çoğulculuğu içinde taşıyordu. Geleceğin muhalefeti ve daha sonraki demokratik iktidarı da, gene oradan çıktı. Partinin ideolojisini yansıtan altı ilke Anayasa’da da yer aldığı halde, o ilkelere ters düşen iktidarların, tek parti anayasasından hemen hiç yakınmaları olmadı.

Maurice Duverger, Siyasal Partiler kitabında Kemalist tek partiden uzun uzun söz ederken şöyle demektedir:  “(..) üyelik herkese açıktı; ihraç ve temizlik mekanizması mevcut değildi; üniformalar, geçit törenleri ve sert bir disiplin yoktu. Gerçekten parti içi demokrasi oldukça ileri görünmekteydi. Resmen her kademedeki yöneticiler seçimle iş başına geliyorlardı. Nüfuzlu kişiler etrafında birçok hiziplerin, faşist yöntemlere göre tasfiye  edilmeksizin kurulabilmiş olmaları da kayda değer. Örneğin İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet,  Atatürk ‘ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde başlamıştı. Bu son nokta özellikle önemlidir. Hizipler bir tek parti içinde serbestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siyasal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırlayan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan çoğulculuk, parti içinde yeniden doğar ve orada da aynı rolü oynayabilir.”

CHP, toplumu çok partili demokratik yaşama hazırlayan bir siyasal okul görevini yerine getiriyordu. Ama Atatürk’ün en yakınları bile, faşizmin yükselişinden ve özellikle de İtalyan modelinden etkilenmişlerdi. CHP’yi faşist bir modele göre yeniden yapılandırma çalışmalarının -İsmet İnönü’nün bile onayından geçerek- Atatürk’ün önüne kadar ulaştığını biliyoruz. Atatürk’ün bu öneriyi saçma, modeli hazırlayan yöneticileri de zorbalar olarak nitelendirdiği çok sert tepkisi ünlüdür ve düşündürücüdür.

Atatürk’ün yaptığı ve yapmaya  özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün katılımcı demokrasi anlayışını daha o  zamanlar  benimsediği inancını bize veriyor.  (Bu açıdan,  Kemalist demokrasi  anlayışı,  12  Eylül Anayasası’nın demokrasi anlayışından çok daha ileridir!)

Dünyada ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve bu vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır.  23 Nisan günleri, çocukların  kentlerdeki  önemli  kamu görevlilerinin  makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır.

Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş; 1924’te de seçmen yaşını 18’e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -demokrasinin ana yurdu sayılan bazı Batılı ülkelerden önce veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk’tür. Eğer bugün Almanya’ da her  100 üniversite öğretim üyesinden ancak birisinin kadın olmasına karşılık, bu oran Türkiye’de tam otuz katı yüksekse,  bunda  Kemalist  devrimin  katkısı  yadsınabilir mi?

Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 Halkevi ile sayıları 4 bini bulan Halkodası da, kağıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmıştır. Bu kurumlar aracılığı ile halk sadece eğitimini ve kişiliğini geliştirmek olanağını bulmamış; aynı zamanda toplumsal ve siyasal yaşama etkin bir biçimde katılma fırsatını da elde etmiştir. Halkevlerindeki çalışmalarda başarılı olanlara, seçimlerde CHP listesinden aday gösterilme yolu açılmıştır.

1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri de, Kemalist devrimin ürünüdür. Orada verilen eğitim, sadece içerik olarak değil biçim olarak da, demokratik kültürün yerleşmesine büyük katkı yapmıştır. Köy Enstitüleri, köylünün toplumsal ve giderek siyasal yaşama katılmasının önemli bir aracını oluşturmuştur.

Zaten Kemalist eğitimin amacı belliydi. Amaç ümmet anlayışına sahip bir topluma ulus bilinci kazandırmak, kulu yurttaşa dönüştürmekti. Atatürk öğretmenlere şöyle sesleniyordu: “Biz sizden düşüncesi özgür, vicdanı özgür, anlayışı özgür kuşaklar istiyoruz ”

Atatürk,  sivil toplum örgütlenmesine dayalı katılımcı bir demokrasiye inandığının somut örneklerini vermiştir.

Anadolu Ajansı, bir devlet dairesi değil de bir anonim ortaklık olarak yeniden kurulduğunda, yıl1925’ti. Anaparanın tümünü devlet koyduğu halde, payların yarısı çalışanlara verilmişti. Daha sonra Türkiye’de ilk radyoyu da kuracak ve TRT’nin anası olacak olan Telgraf Telefon Anonim Şirketi 1927 yılında kurulduğunda, tüm payları özel kişilerindi. Bir devlet kuruluşu olan Ziraat Bankası’nın karşısında, İş Bankası; bir özel girişim örneği olarak kuruldu ve Atatürk de paydaşları arasında yer aldı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, halka kooperatifçiliği öğretmek, toplumda kooperatifçiliği özendirmek için büyük çaba sarfedenlerin başında yine Atatürk vardı. Silifke Tarım Kredi Kooperatifi  ile Ankara Memurlar Tüketim Kooperatifi’nin bir numaralı üyesi Atatürk’tü.

Atatürk, öncüsü olduğu devrim açısından çok önem verdiği Türk Dil ve Tarih Kurumları için önerilen devletçi modelleri geri çevirmişti. Hatta Fransız Akademisi modelini bile uygun bulmamıştı. Onların birer dernek olarak yapılanmalarını  sağlamakla  yetinmedi;  parasal  açıdan  da, devletten ve geleceğin siyasal iktidarlarından bağımsız kılmak için, onları kendi mirasçıları olarak belirledi.

Bütün dünyada katılımcı demokrasinin, özerk kurumların moda olduğu bir dönemde mi yapıldı bunlar?

Tam tersine! Her şeyin devletin içinde olduğu, aile dahil hiçbir kurumun devlet denetimi ve düzenlemesi dışında kalamadığı, faşizmin ve komünizmin yükselme döneminde ve bu yöndeki telkinlere karşın yapıldı! Atatürk’ten 27 Mayıs Anayasasına, Türkiye’ye  bağımsız ve demokratik kurum anlayışını Kemalistler getirdiler. Daha dünyada açık bir sivil toplum anlayışının bulunmadığı bir dönemde, son derece yoksul ve eğitimsiz bir toplumda, baskıcı geleneklere karşın, geleceğin sivil toplumunun tohumları birer birer atıldı.

Aslında tarihsel olgu  ve olaylar, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar. Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de, ancak iki türlü değerlendirilebilir: Ya aynı  toplumda  daha önce var olan yönetim biçimi ile ya da aynı dönemde benzer koşullara sahip olan başka toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırarak…  Her  iki yaklaşımda da,  Kemalist Türkiye’nin oldukça demokratik sayılması gerektiği açıktır. Atatürk  yönetiminin, kendisinden önceki  Osmanlı  rejiminden de, aynı dönemde ya da daha sonraları var olan – benzer koşullardaki- geri kalmış ülke rejimlerinden de çok daha demokratik olduğu tartışma bile götürmez.

Tarihçi Sina Akşin -alışılmışın dışına çıkarak- bir başka yaklaşım deniyor. Kemalist tek parti yönetimini, aynı dönemin Avrupa ülkelerinin yönetimleriyle karşılaştırıyor. Vardığı sonuç şudur:

“Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde,  Atatürk döneminden çok daha ileridedir. Ama Atatürk döneminde Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945’lerdeki ortalamanın gerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik, ama Avrupa’ya göre geriledik”

Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve başkanlık sistemini niçin istemedi? TBMM Genel Kurulu, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını , Mustafa Kemal’in Meclis’i dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşımasını acaba nasıl reddetti? Nasıl reddedebildi?

Hitler dönemi Almanya  ve Avusturya’sını terk eden 142 bilim adamı, başta ABD, Batı’nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri  dururken,  niçin Türkiye’ye gelmeyi  tercih  etti? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını, güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi? Gelişmiş bir ülkenin baskı rejiminden kaçıp, geri kalmış bir ülkenin baskı rejimine sığınmış olmaları düşünülebilir miydi?

Atatürk -resmi ya da özel- hiçbir dış geziye çıkmadığı halde, dünyanın birçok önde gelen devlet adamı, yoksul ve geri kalmış bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için adeta sıraya girmişlerdi. İngiliz kralından İsveç veliahtına, Fransız başbakanına kadar, Atatürk’e ve Kemalist Türkiye’ye gösterilen bu ilgi çok anlamlıydı.

1920’lerde eski dünyada Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş sadece dört ülke bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan (Etiyopya) ve İran da zamanla istilaya uğradı. Mussolini’nin bir demeci, bu ortamda Türkiye’de tedirginlik yaratmıştı.  Bunun  üzerine Mussolini, Türk büyükelçisine hemen şu mesajı vermek gereğini duydu: “Türkiye bu kapsamın dışındadır. Çünkü bir Avrupa ülkesidir. “

60 yıl öncesinin Türkiye’si, faşist İtalyan diktatörünün bile bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?

Atatürk’ün başlattığı, toplumu ve siyasal yaşamı  demokratikleştirme sürecinin önemli bir aşamasını tamamlayarak tek partili döneme son veren İsmet İnönü, daha ileriki yıllarda şöyle demiştir: “Atatürk’ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır.  (. .. ) Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı.”

 

 

Alıntı:

Ahmet Taner Kışlalı; Kemalizm Laiklik ve Demokrasi; İmge Kitabevi Yayınları, 1994

blank