SAĞCILIK VE SOLCULUK NEDİR?
Last Updated on 17/07/2024 by ahmet can ayışık
SAĞ ve SOL terimleri ile ilgili olarak ezberlediklerinizi unutun. Çünkü, onların çoğu doğru değil! En basit anlatımıyla mevcudu eleştirdiğiniz anda SOL, mevcudu savunduğunuz anda SAĞ sözkonusudur. Nasıl olduğunu aşağıda anlattım.
Sağ ve Sol Terimleri Neyi Anlatır?
Basitleştirerek yazarsak BATI AVRUPA kaynaklı SAĞ ve SOL terimlerinin temelinde ekonomik anlayıştaki farklılık vardır. Sağ ve sol terimleri aynı zamanda “çağdaş batı uygarlığı” tarafından üretilmiştir. Sağ ekonomik anlayışta üretim araçlarının özel mülkiyeti, sol ekonomik yaklaşımda üretim araçlarının devlet mülkiyeti asıldır. Genellikle sağ dediğimiz kapitalizmi, sol dediğimiz sosyalizmi anlatır. Bu yazdığım saf ve basitleştirilmiş farklılık durumu, günümüzde ve her zaman böyle net görülmez. Uygulamaya baktığımızda, daha çok üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsal gruplar arasındaki dağılım ağırlığının sistemin niteliğini belirlediği karma sistemler görürüz. Günümüzde üretim araçları mülkiyetinde özel kesimin ağırlığının çok fazla olduğu ABD kapitalist sistemi de kamu kesimi mülkiyetinin ağırlıkta olduğu Çin sosyalist sistemi de aslında devlet ve özel kesimin üretimde farklı oranlarda yer aldığı bu şekildeki karma sistemlerdir.
Biraz daha karmaşıklaştırarak baktığımızda; bir yandan ekonomi, diğer yandan demokrasi alanlarının kesişme noktasındaki devlet kavramına verilen anlam ve devletin rolü ile birlikte “hangi demokrasi?” sorusunun da tartışılmasını gerektirecek kadar geniş bir seçenekler bileşkesi ile karşılaşırız. Antik çağlar Atina’sındaki doğrudan demokrasiden, Avrupa’da feodal dönem sonrası parlamenter modellerin ortaya çıkmasıyla temellenen klasik batı demokrasileri ve hemen ardından ortaya çıkan sosyalist demokrasiler ya da Marksist demokrasilerin hepsi felsefi, siyasal veya ekonomik olarak sağ-sol terminolojiyle ilişkilidir.
Bu yazı, SAĞ-SOL tartışmalarında “cahiliye dönemi tartışmalarına” son vermek anlamında faydalı olması umut edilerek yazılmıştır!
Tarihsel Olarak Sağın ve Solun Felsefi Dayanakları
Genellikle sağın ve solun tarihsel olarak ayrı felsefi dayanakları vardır. Örneğin, sağ yaklaşımda öncelikli felsefe idealizmdir, mevcut toplumsal hiyerarşi ya da toplumsal eşitsizlikleri doğal kabul eden bir siyasal ve ekonomik anlayış akla gelir. Sözkonusu toplumsal eşitsizlik, sağ anlayışta: Tanrısal, ulusal, ırksal, dinsel, kültürel ve sosyal farklılıklardan ya da piyasa ekonomisindeki rekabetten kaynaklandığı için doğal, normal ve hatta dokunulmaz görülür. Sol düşüncenin dayandığı felsefe ise özünde materyalisttir. Mevcut toplumsal düzenin “Tanrısal” değil, tamamen “insanın eseri” olduğunu, insanlar tarafından oluşturulmuş bu düzenin kısmen veya tamamen yine insanlar tarafından istenildiği şekilde değiştirilebileceğini savunur. 18.YY’dan itibaren Avrupa’da meydana gelen sanayi devrimi, kapitalist üretim ekonomisi ve millet egemenliği modelleri karşısında özellikle 20.YY’da uygulama olanağı bulan Sovyet Rusya ve Çin komünizmi deneyimleri, ekonomik yönden farklı üretim biçimleri olmakla birlikte, felsefi yönden ele alındığında, özünde kökü antik dönemlere kadar uzanan bu “idealizm-materyalizm” karşıtlığından beslenen ideolojik yapılanma modelleridir aynı zamanda.
Materyalist (Maddeci) felsefe denilince genellikle Marx ve Engels akla gelir. Kısmen doğrudur. Marx ve Engels “Diyalektik Materyalizm”in kurucularıdır. Fakat, materyalist felsefenin kökeni antik dünyaya kadar uzanır. İlk çağ Yunan ve Roma materyalist (Materyalistlerden önce Realistler vardı) filozoflarına değinmeden materyalist felsefe de eksik kalır. Yunan felsefesinin başlangıçlarına gidildiğinde (MÖ 500’ler), yani Milet mektebinden Herakleitos’a kadar olan (Herakleitos’da dahil) dönem, Demokritos akla gelir; Demokritos’un çizgisine Anaksagoras, Empedokles ve Lökipos’u dahil etmek doğru olur. Ardından, Epiküros’u, Roma imparatorluğu’nda Lükretius’u ve Stoacıları saymak gerekir. Çünkü, Stoacılar da “Varolan herşeyin ancak maddi-cisimsel olandan ibaret olduğunu” savunan “Bilginin ise ancak duyusalda bulunduğunu” iddia eden bir felsefeyi temsil ederler.
Stoacılığı benimsemiş Romalı Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler yapıtında şöyle der:
“Evreni sürekli olarak tek bir öze ve tek bir ruha sahip tek bir canlı varlık olarak görün ve her şeyin nasıl tek bir algıya, bu tek canlı varlığın algısına atıfta bulunduğunu gözlemleyin ve her şeyin nasıl tek bir hareketle hareket ettiğini ve her şeyin nasıl var olan her şeyin işbirliği yapan nedenleri olduğunu; ipliğin sürekli dönüşünü ve ağın yapısını da gözlemleyin.”
Lukretius‘un Latince şiiri “De Rerum Natura” Demokritos ve Epiküros’un “mekanik felsefelerini” anlatır. Ona göre var olan her şey madde ve hiçliktir. Bütün varlıklar “atom” adı verilen ve Eski Yunanca’da bölünemeyen anlamına gelen, küçük parçacıkların hareketleri ve birleşmeleri sayesinde oluşmuştur. De Rerum Natura, erozyon, buharlaşma, rüzgar ve ses için mekanist açıklamalar barındırır. “hiçbir şey hiçlikten gelemez” ve “maddeye maddeden başka hiçbir şey dokunamaz” gibi ünlü ilkeler ilk defa Lukretius‘un çalışmalarında görülür.
Materyalizm terimi ise ilk defa 17.YY’da kullanılır. Bu nedenle, ilk çağ düşünce tarihinden yazdığımız bu kesitte REALİZM VE İDEALİZM insan düşünce evreni tasarımının iki ana tavrını anlatır. Yani, bizim bu bölümde “materyalist” dediklerimiz o dönemin “realistleridir” özünde.
Tarihsel akışta “Materyalist (Maddeci)” felsefe yaklaşımının diğer tarafında “İdealist” yaklaşımlar grubu yer alır. Bu iki kategorinin temel önermeleri gerçeğin doğası hakkındadır. Aralarındaki önemli fark “Gerçeklik neden meydana gelir ve aslı nedir?” sorusuna verdikleri yanıtta bulunur. İdealistler için ruh, bilinç ve akıl esasken, maddeciler için madde asıldır, ruh veya bilinç de bu asıl olanın sonucu olarak doğan ve ikincil olandır. Maddecilik bilginin yapısı ve oluşumu hakkında bir varsayımdır. Bütün bilginin gözlem veya deneyim sayesinde oluştuğunu savunur.
Maddecilik bilmenin yapısı için üç dayanak öngörür:
“Görüngüleri, Tanrı, ruh gibi kanıtlanmamış önermelerle açıklamaktan kaçınmak gerekir. Aksi takdirde, görüngülerin maddi kökleri yok sayılabilir. Örneğin bilinç, kaynağını beynin işleyişinden alan bir görüngüdür ve ona metafiziksel açıklamalar getirmek dış dünyanın gerçek olmayışı gibi yanılgılara yol açabilir.
Bütün önermeler gözlem veya deney ile kanıtlanmalı ve doğrulanmalıdır.
Her şey maddeden gelip madde olarak devam etmektedir.”
İdealizm, (metafizik açısından) gerçekliğin özünü yalnızca fenomen olarak kabul ettiği cisimler dünyasında değil, maddesel olmayan varlıkta arayan, nesnel gerçekliği; idea, us, tin olarak belirleyen ve maddeyi düşüncenin (tinin) bir görünüş biçimi olarak inceleyen temel görüşleri kapsar. Materyalizmin karşıtıdır. Duyulur dünyanın, fenomenlerin karşısında hiçbir koşula bağlı olmayanı, saltık olanı bulmaya çalışan öğretidir. Böylece gerçekliğin asıl özünü, değişmez olan, zaman-dışı olan idealarda ya da ideaların nesnel alanında (Klasik Yunan idealizmi); ya da tin, us ve onun yaratıcı biçimlendirme gücünde ve özgürlükte araştırır (Alman idealizmi). İdealizm, varlığın düşünceden bağımsız olarak var olduğunu kabul eder; Felsefede idealizm, dünyanın temellendirilmesinde en önemli görevin, bilince ya da maddesel olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesi üstüne kurulmuştur. İdealizm anlayışının temelleri Platon’un “İdealar Kuramı” ile atılmıştır.
İdealistler, doğadaki şeyleri ya da nesneleri, her şeyin özünü oluşturan tek bir gücün ya da enerjinin geçici görünümleri olarak görür; varlığın tüm görünüşlerinde tek bir anlamın yattığını düşünür, varoluşu tek bir birlik olarak algılar; aklın sağladıklarının dışında gerçekliğe ulaşmanın olanaksız olduğunu öne sürer, gerçekliği “idea” olarak belirleyip maddeyi bunun bir yansıması sayarlar.
Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun ya da daha doğrusu, fiziksel dünya var olmadan önce var olan ideanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz maddi şeyler, kusursuz ideanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’dur. Ancak, idealizmin başlangıcı İÖ 6.YY’a, İlk Çağ Yunan felsefesinde Ksenophanes’e kadar uzanır. Ksenophanes, çok olanı “Bir”e indirgemiş ve bu “Bir”i de “tüm düşünme” olarak belirlemiştir. Ksenophanes’in öğretisi günümüzde metafiziğin kurucusu olarak gösterilen öğrencisi Parmenides’in kurduğu Elea Okulu eliyle gelişmiştir: “Varlık, değişmez ve birdir; özne ve nesne bir ve aynıdır.”
Bunları, sağ-sol ayrımını ele alırken, derin köklerin idealizm-materyalizme kadar gittiğini hatırlatmak için yazdım. Kökenlerin antik zamanlara kadar uzandığının bilinmesini istedim. Elbette, o zamanlarda sağ-sol kavramları daha ortada yoktur. Fakat, insanlığı bugünkü sağ-sol terimleşmesine götürecek felsefi temellerin inşası, insan düşüncesinde daha o devirlerden itibaren vardır.
Yazdıklarımı okuyan değerli okuyucunun aşağıdaki ayrıma dikkat etmesi önemlidir.
- İdealizm=dincilik=tutuculuk (hatta gericilik) = aristokrasi,
- materyalizm= bilimcilik=ilericilik=halkçılık (köleler, zanaatkarlar, tüccarlar vb.)
Olayı bu basit ikili yapıya oturtma gayreti içinde değilim. Ancak, olayı bu basit ikili yapıya oturtma gayreti içinde olan pek çok felsefe tarihi yapıtı piyasada mevcut. Felsefe bu kadar basit olamaz ve olmadı da. Gerçek durum bu basitleştirmeden çok daha karmaşık. Bana göre yukarıdaki tablolaştırmayı sadece bir kısım dönem ve olaylarda doğru kabul etmek mümkün olabilir; aman dikkat!..
Felsefi temellere bu kadar değinmemizin yeterli olduğunu düşünüyorum. Aşağıda “Sağ ve Solun Dine Göre Konumları” başlığı altında İslam Dini ile ilgili yazdıklarımı da dikkatle okumanızı öneririm. Ne demek istediğimi çok daha net anlayacaksınız.
Bugünkü SAĞ-SOL Terimlerinin Ortaya Çıkması ve Gelişimi
SAĞ-SOL nitelendirmelerinin bugünkü anlamı ile siyasal ve ekonomik olarak ortaya çıkması, kullanılması, ancak insanlık belirli bir üretim ve örgütlenme aşamasına geldiğinde sözkonusu olmuştur.
Tarihsel olarak siyasal literatürde SAĞ ve SOL terimlerinin ortaya çıkması, Fransız Devrimi (1789-1799) zamanında, ayrı görüşteki parlamenterlerin kurucu mecliste, meclis başkanının sağında veya solunda oturmaları ile başlamıştır. Meclis Başkanının sağ tarafında kralın parlamentonun yaptığı yasaları veto etme hakkı olması gerektiğini savunan, daha gelenekçi, daha monarşist, krala daha sadık eski rejim destekçisi parlamenterler, sol tarafında ise yasaları sadece geciktirme hakkı olmasını savunan, daha yenilikçi ve daha anti monarşist radikal devrimci parlamenterler yer alıyordu. Meclisteki görüş ayrılıklarını, sıklıkla bu oturma düzenine gönderme yaparak haberleştiren dönemin basını, sol ve sağ kavramlarının siyasal bir terim haline gelmesinin hareket noktasını oluşturmuş ve giderek bu kullanım yaygınlaşarak siyasal literatürün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. O zamanlarda, SAĞ-SOL terimleri yerine, soldakilerin kendilerini sıklıkla “cumhuriyetçiler” sağdakilerin ise kendilerini sıklıkla “muhafazakarlar” olarak adlandırmayı tercih ettiklerini de biliyoruz. 1789 Fransız Devrimi’nin SOLCU ve SAĞCILARI olduğu çok önemlidir. Çünkü, Fransız Devrimi’nin SOLCULARI “diyalektik materyalist” ya da “Moskova komünisti” değillerdi efendim.
Oysa, size ne ezberlettiler yıllarca?
-Solcular komünisttir!..
Bilgedunyali.com, bütün algı operasyonlarına, toplum mühendisliği çalışmalarına ve MASALLARA son vermek için yayındadır…
1789 Fransız Devrimi, ki ona bazıları “Burjuva Devrimi” der; kuşkusuz ki zamanın SOL bir hareketiydi!
Toplumları ileri götürmeyi amaçlayan önemli devrimlerin hepsi SOL karakter taşır ve mahiyeti gereği SOL hareket olarak nitelendirilmesi gerekir. Örneğin Emperyalizmi savaş ile yenerek oluşturulan ŞANLI TÜRK DEVRİMİ gibi. Onun büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün dünyanın en büyük devrimcilerinden biri olarak kabulü zorunludur. Şanlı Türk Devrimi’nin de 1789 Fransız Devrimi’nde olduğu gibi sağında ve solunda olanları vardır. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Devrimi felsefesinin SOL yanında yer alan devrimci iradesi ise çok açıktır.
Dönelim Fransa’ya…
Evet, 1791’den itibaren ulusal meclis üyeleri değişse de saflaşma sürmüş; “yenilikçiler,” “ılımlılar” solda ve ortada; kendilerine “anayasanın vicdanlı savunucuları” diyen eski rejim savunucuları ise sağda oturmuşlardı. Zamanla “burjuvazinin aristokrasiyle uzlaşmasıyla” bu terimlere “aşırı sağ-aşırı sol” ve “merkez sağ-merkez sol” terimleri eklenmiş. İşçi sınıfının 1848 Devrimi günlerinde saflaşma “demokratik sosyalistler” ile “gericiler” olarak isimlendirilmiş. 1871’de Üçüncü Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte terminoloji siyasi partiler tarafından da benimsenerek: Cumhuriyetçi Sol, Merkez Sağ, Merkez Sol, Aşırı Sol (1876) ve Radikal Sol (1881) gibi terimler parti konumlarını belirtmek için kullanılmaya başlanmıştır.
Bu göreli konumsallık nedeniyle; toplumlara, tarihi dönemlere, siyasal düzenlere ve ideolojilere göre sağ ve solda çeşitli anlamlandırma farklılıkları ortaya çıkmıştır.
Sözgelimi, Sağ; aslında gelenekselci muhafazakarları ve gericileri tanımlamak için kullanılan kökenine rağmen, zaman içinde biraz daha çeşitlilik kazanarak; liberal muhafazakarları, klasik liberalleri, Hristiyan demokratları ve çeşitli milliyetçileri tanımlamak için kullanılır hale gelmiştir. Oysa, Fransa’da devrim dönemindeki orijinal sağ anlayış; hiyerarşiyi, geleneği, monarşizmi ve klerikalizmi, yani kilisenin dini görüşünü destekleyen siyasetçileri kapsamaktaydı.
Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte (18.YY) ve kapitalizmin yükselişine tepki olarak güçlenen ilk sosyalist hareketler, o dönem Avrupa kıtasının çoğunda egemen olan geleneksel monarşileri hedef almışlardır. Buna karşılık, Avrupa monarşileri de genellikle komünist görüşlerin kamusal alanda ifade edilmesini yasa dışı ilan etmiştir. I.Dünya Savaşı öncesi Avrupa’sının en büyük üç monarşist ülkesi olan Rus İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda komünizm yasa dışıydı. Bu dönemde SOL sosyalizmi, SAĞ da temel olarak kapitalist monarşileri temsil etmeye başlamıştır.
Ancak I.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da “Kralın Kutsal Hakları”nın gözden düştüğü, liberal ve milliyetçi düşünce akımlarının geliştiği görülmektedir. Bu yöndeki gelişmeler sonucunda Avrupa’daki kralların yasama ve yürütme yetkilerinin önemli ölçüde ellerinden alınarak simgesel yöneticilik makamları durumuna geldiklerini biliyoruz. Bu dönem, seçimle gelmiş meclis ve hükümetlerin yasama-yürütme gücünü devraldıkları dönemdir. En muhafazakar Avrupa monarşilerinden biri olan Rusya İmparatorluğu, 1917 Ekim Devrimi sonucu Sovyetler Birliği adını alarak üretim araçlarının çok önemli ölçüde devletin elinde toplandığı yeni bir devlete dönüşmüştür. Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla, dünyada başını ABD ve Avrupa kapitalizminin çektiği SAĞ eksene karşı, başını bu ülkenin çektiği yeni bir SOL eksen oluşmuştu. Buna iki kutuplu dünya düzeni de denilir.
1920’ler ve 1930’lar, dünyada geleneksel ve monarşist sağcılığın gerileme dönemidir. Bu dönemde, Avrupa ve ABD’nde yaygınlaşan sol ve sosyalist görüşlere karşı anti-sosyalizm düşüncesi de bir yandan yükselişteki faşist hareketler, diğer yandan ABD ilhamlı liberal muhafazakarlar tarafından güçlü bir tepki olarak yükselişe geçer.
Birinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde ise sosyalizm ve komünizm neredeyse küresel bir fenomen haline gelmişti. Başlayan SOĞUK SAVAŞ döneminde, anti-komünizm hem ABD’nin hem de NATO müttefiklerinin yurt içi ve yurt dışı siyasal politikalarının ana unsuru olmuştur. Böylece, savaş sonrasında muhafazakarlık, yani SAĞ, monarşist ve aristokrat köklerini tamamen terk ederek; yurtseverlik, din ve milliyetçiliğe odaklanmıştır. Özetle, dünyada SOĞUK SAVAŞ dönemi, ABD ve kapitalist Avrupa’nın SAĞ; Sovyet Rusya, Çin ve diğer sosyalist ülkeler grubunun da SOL olarak nitelendirildiği ikili bir kamplaşma dönemi olmuştur.
Dünya geneline bakıldığında, sol kanadın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, insan hakları, ilericilik, reform ve enternasyonalizm gibi düşüncelere; sağ kanadın ise otorite, hiyerarşi, düzen, yurtseverlik, görev gibi kavramlara daha çok vurgu yaptığını görüyoruz.
Yukarıdaki açıklamalar göstermektedir ki, tarihsel gelişimi içinde ele alındığında tek tip bir SAĞ tanımı yapmak da pek mümkün görülmemektedir. Farklı toplumlara, tarihsel dönemlere, siyasal sistemlere ve ideolojilere göre değişen özellikleri kapsayan SAĞ anlayışlar sözkonusu olmuştur. Avrupa demokrasilerinde sözkonusu olan siyasi SAĞın ne gibi özelliklere sahip olduğuna baktığımızda; genellikle sosyalizme ve sosyal demokrasiye karşı konumlandığını, muhafazakar, Hristiyan demokrat, klasik liberal ve milliyetçi partilerin yanısıra aşırı sağcı faşist grupları da kapsayabildiğini anlıyoruz.
Bir dönem, ayrımın temel faktörü olarak “toplumsal sınıflaşmanın” esas alınması yaygındı. Fakat, Batı’da kapitalist ekonomiler geliştikçe, aristokrasinin yerini burjuvazi aldıkça, Avrupalı işçi sınıfı dış sömürüden gelen rantlara “ortak” edildikçe “sınıf” vurgusunun önemi azaldı. Ardından, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Batı siyasi partilerinde köklü değişimler ortaya çıktı. Batı Avrupa demokrasilerindeki partilerin ekonomi-politik tavırlarında sol ile sağ arasında ideolojik farklılıklar azaldı. Ayrım; otoriterlik, laiklik, cinsiyetçilik, feminizm, çevre kirliliği, etnisite Vb konular üzerinde yoğunlaştı.
Tam bu noktada, sağ ve solun din ile ilgili temel tutumlarına da değinmemiz gerekiyor. Ancak, bunu yapmadan önce burada bir kez daha değerli okuyucunun dikkatini çekmek istediğim bir diğer konu daha var: sağ-sol terimlerinin 18. YY’daki kullanılmasından başlayarak nitelendirmede kullanılan genel kabul edilmiş kriterlerin hemen tamamı özünde “Batı Avrupa” ağırlıklıdır. Yani, BATI KÜLTÜRÜ bu konudaki terminolojiye tamamen egemen olmuştur.
Sağ ve Solun Dine Göre Konumları
Ruşen çakır, Medyascop’da “SOLun hedefi nedir?” Sorusuna şöyle cevap veriyor:
“…Solun hedefi nedir? Bunu koymak yeterli. Yani toplumda eşitsizliklerin, zulümlerin, baskıların kaldırılması ve toplumun özgürleştirilmesi, devlet karşısında toplumun hakkını savunmak vs. olarak çoğaltılabilir. Ya da en basite indirgeyerek, Fransız Devrimi’nin o meşhur eşitlik, özgürlük, dayanışma –ya da kardeşlik olarak da söyleyebiliriz– bu ilkeler. Bu ilkelere tutunurken; hele dayanışma, kardeşlik gibi bir ilkeyi savunduğunuz zaman, toplumun içerisindeki dindarları dışlamaya kalktığınızda zaten kendi kendinizle çelişiyor oluyorsunuz…”
Elbette birden çok SOL var. Din konusunda da birden çok SOL anlayış sözkonusu olması çok doğal. Genel olaral SOL, SAĞa göre daha az kadercidir. Solun sert ucuna doğru gidildikçe kaderciliğin “Tanrı Tanımazlık” boyutuna ulaştığını ve bir kısım sosyalist devletlerin sistematik olarak dine karşı tavır aldığını görüyoruz. Fakat, bu durumun SAĞ örnekleri de var. Örneğin Nazi Faşizmi de Kilise karşıtıydı ve kendi ideolojisini dinleştirmeye gayret ediyordu.
SOLun din ile uyumsuzluğunun temelinde “materyalist felsefesi” ve “mevcut düzeni değiştirme isteğine dini referans kullanılarak karşı durulmasını engelleme isteği” yatar. Din adına -ki, bir anlamda kader var olandır- mevcut toplumsal ve ekonomik yapının kaderi kabul etmeyen sol ideal uğruna değiştirilmesine, sol devrime direnç gösterdiği noktada SOL mevcut dini yapılar ile çatışabilir. Örnekleri çoktur. Ancak, bu çatışma durumu her zaman geçerli değildir.
Toplumsal çoğunluğun dinini iktidarın desteklemesi şeklindeki anlayış genellikle SAĞ hareketlerin önemli bir parçası halindedir. Sözgelimi, özgün Fransız sağcılığı, Katolik Kilisesi’nin gücünü daima desteklemiş ve solun antiklerikal birliğince teklif edilen laikleşme önerilerinin karşısında durmuştur. Fransız Devrimi sonrasında, Katolik Kilisesi üyeleri gibi sağcı görüşlere sahip din referanslı kişi ve gruplar; dinle bağlantılı toplumsal tabakalaşmayı, dini geleneklerin otoritesini geri getirmeyi ya da yeniden oluşturmayı talep etmişlerdir. Bu konuda, aydınlanma karşıtı önemli bir figür olan Joseph de Maistre, monarşiyi hem ilahi olarak onaylanmış bir kurum hem de tek istikrarlı hükümet biçimi olarak görüyordu. Bourbon Hanedanı‘nın Fransa tahtına geri getirilmesi ve Papa‘nın dünyevi konularda nihai otoritesinin tesisi için çağrıda bulunmuştu. Maistre, 1789 Fransız Devrimi’nin ardından ortaya çıkan başıbozukluk ve yaşanan kanlı olaylardan, doğrudan doğruya Hristiyanlığın rasyonalist reddinin sorumlu olduğunu ileri sürmüştür. (Joseph de Maistre; 1 Nisan 1753-26 Şubat 1821, Fransız Devrimi’nden hemen sonraki dönemde, sosyal hiyerarşi ve monarşiyi savunan filozof, yazar, hukukçu ve diplomat.)
Bugün de ABD’de Cumhuriyetçi Parti, Avrupa’da ise Hristiyan demokrat partiler tarafından desteklenen Hristiyan SAĞ, Batı’daki başlıca siyasi güçlerden biridir. Bu görüşe sahip parti mensupları, genellikle dini değerleri öne çıkaran ve yasa dışı göçlere karşı çıkan kanunları daha fazla desteklerler. Sözgelimi, Hindu milliyetçiliği, Hindistan’daki sağcılığın bir bölümü olmuştur. Muhafazakar popülizmin bir türü olan bu hareketi, sadece dominant konumlarına yapılacak tecavüzden korkan ayrıcalıklı gruplar değil, aynı zamanda; kültürel onur, düzen ve milli gücün çoğunlukçu retoriği tarafından tanınma arayışı içinde olan “avam” ve “yoksul” gruplar da desteklemektedir. Günümüzde, sosyal ve dinsel anlamda pek çok muhafazakar, özellikle evrim veya küresel ısınma tartışmaları gibi konularda bilimsel organizasyonlara karşıt bir konumda yer almaktadır.
Günümüzde SAĞ-SOL ayrımının daha çok din üzerinden yapıldığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye örneğinde SAĞ-SOL ayrımı yapılırken, “materyalizm-idealizm,” “üretim araçlarının mülkiyeti” ya da “demokrasinin derecesi” gibi kavramlardan daha çok “dine ya da dinselliğe yaklaşım” şeklinin esas alındığı görülmektedir. Bu nedenle değerli ekonomist-yazar Mahfi Eğilmez’in haklı olarak belirttiği gibi:
“…Günümüzde batıda sağcı dendiğinde liberal demokrat–kapitalist ekonomi politikası görüşüne sahip kişiler, solcu dendiğinde sosyal demokrat–sosyal piyasa ekonomisi görüşüne sahip kişiler anlaşılıyor. Bizde ise sağcı dendiğinde siyasete din ağırlıklı yaklaşım yapanlar, solcu dendiğinde ise siyasete laiklik çerçevesinde yaklaşım yapanlar anlaşılıyor. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kavramları birbirine karıştırdığımızı söyleyebiliriz…”
Değerli okuyucu unutmasın ki, bugünkü dünyaya önemli ölçüde BATI egemen; değerler, ekonomik sistemler, siyasal sistemler, bilim, sanat ve eğitim…
Bütün bu yazdıklarımı “aklın ışığı ile sorgulamadan” olmaz!..
O halde, “Bizi BATI DEĞERLERİ ile düşündürtmeye çalışıyorlar!” diyen değerli yazar Soner Yalçın’a da kulak vermemiz gerekiyor:
“…İslam, sağcı değildir. İslam’ı, “Müslüman” kimliğini ötekileştirerek sağa itekleyen kimi solculardır. Bunlara göre:
Cemil Meriç sağcı…
Nurettin Topçu sağcı…
Alev Alatlı sağcı…
Bunlar, Suriyeli Mustafa Sıbai’ye, İranlı Ali Şeriati’ye dönüp bakmadı…
Hariciler, Muteziler, Karmatiler üzerine düşünmedi. Muaviye’ye karşı çıktığı için çöle sürülen Ebuzer Gifari’yi değil, Roma köle isyanının lideri Spartaküs mücadelesini örnek aldı…
Yapmayınız. Büyük devrimci Hz. Muhammet “sağcı” olabilir mi?..”
Soner Yalçın’ın bu yazdıklarına sonuna kadar katılıyoruz.
İslam peygamberi Hz.Muhammed, Mekke oligarşisine karşı savaş vermiş, mevcut düzeni savaş ile yıkmış, yerine çok farklı esaslara göre örgütlenmiş yepyeni bir İslam Devleti kurmuş çok büyük bir Devrimcidir. Devrim ile kurduğu yeni devlet ile dinde devrim, adalette devrim, paylaşımda/bölüşümde devrim, yaşamda ve düşüncede devrim, eşitlikte devrim, yönetimde devrim yapılmasına aracılık etmiştir. Büyük İslam peygamberinin yaşadığı süre içinde kurduğu İslam Devleti’nde, bugünkü İslam devletlerinin hepsinden çok daha fazla “sosyal adaletçi” bir yönetim anlayışı mevcuttu. Devlet, danışma ile yönetilir, isteyen eleştirilerini devletin başındaki Hz. Muhammed’e bile rahatça söyleyebilirdi. İslam peygamberinin yaşamı, giyimi-kuşamı son derece mütevaziydi. Yaşamında her türlü gösterişten uzaktı. Öyle ki, dışardan gelenler onu dış görünüşünden diğerlerinden ayıramaz “Hanginiz Muhammed?” diye sorarlardı. O, son derece eşitlikçi ve adaletçi bir “Hizmet Devleti” kurmuştu. Kendisi de bir “Hizmet Neferi” idi. O, elbette zamanındaki “SOL” bir anlayışı temsil etmekteydi. Böyle devrimci bir peygamberi “Türk Solu”nun anlayamamış olması ve ona uzak durması da elbette haklı bir eleştiri konusudur (İhsan Eliaçık ve Antikapitalist Müslümanlar oluşumu ile rahmetli Yaşar Nuri Öztürk gibi azınlıktaki bir kısım din ve düşün insanlarını bu değerlendirmemden hariç tutuyorum).
Sağ ve Sol Siyasal Yelpaze Terimleri Neyi Anlatır?
Literatürde SAĞ-SOL siyasal yelpazenin üçlü bir ayrıma tabi tutulması yaygındır.
Buna göre:
- Sol, bir şeyleri değiştirmek isteyenler ve devlet müdahalesi aracılığıyla vatandaşlar arasında oluşturulacak dayanışmayı savunanlardır. Solun ideolojileri sosyal ilerleme, özgürlük, eşitlik ve sosyal dayanışma gibi bazı değerleri kapsamaktadır. Sol görüş, reform ve değişimlerin yanısıra devlet müdahalesinin de gerekli olduğuna inanır. Çünkü, bu görüş toplumun eşit olmayan sosyal sınıflara ayrıldığını, politikanın temel amacının toplumu eşitlik ve adalete doğru götürmek olduğunu düşünmektedir. Bünyesinde sosyalistleri, komünistleri (aşırı sol), anarşistleri vb. ideolojileri barındırmaktadır. Aşırı sol kavramı ise kapitalizmi süratle yıkmak isteyen militan devrimci hareketleri bir araya getiren düşünceyi ifade etmektedir. Örneğin İngiltere’deki sol partiler İşçi Parti ve Yeşiller Partisi’dir. Kadın hakları, etnik azınlıkları ve ayrıma karşı gey haklarını savunmaktadırlar. Gelir durumu daha az olanların desteklenmesi için zenginlerden daha çok vergi alınması gerektiğine inanmaktadırlar.
- Merkez konumunda hem sağ hem sol görüşün değerlerini barındıran siyasal anlayış yer almaktadır. Genellikle hem sol görüşün savunduğu “zenginliğin daha eşit dağıtılması” hem de sağ görüşün savunduğu “bireysel özgürlüklerin savunulması” düşüncelerinin dengeli bileşimini savunanlar yer alır. Bu değerler, muhafazakarlar ve yenilikçiler arasında bir “orta” yaratmaktadır. Sözgelimi Liberalizm bir merkez ideolojidir.
- Sağ görüşü benimseyenler, temel yaklaşım olarak bireyin özgürlüğünü korumak için devlet müdahalesinin sınırlı olması gerektiğini savunmaktadır. Sosyal ve kültürel sorunlar dışında devlet kontrol ve müdahalesine de karşıdırlar. Kişi, bireysel girişim alması için cesaretlendirilmeli ve kişinin eylemlerine devlet tarafından herhangi bir engel konulmamalıdır. Bireyin ticaret faaliyetleri kısıtlanmamalı, herkes kendinden sorumlu olmalıdır. Bu nedenle, sağ görüş, genellikle devletin eğitim ve sağlık gibi harcamalarda eşitleyici rolünü dahi reddeder. Kurulu düzenin korunmasından ve mevcut düzenin sürdürülmesinden yanadır. Bu kaderdir ve “eşitsizlik doğaldır” görüşündedir. Yine, genellikle sağ partilerin “muhafazakar” olarak adlandırılması bundandır. Sağın temel ideolojileri geleneklerin korunması, bireyin özgürlüğünün korunması ve düzen gibi değerleri içermektedir. Muhafazakarlık ve faşizm (aşırı sağ), sağ ideolojinin önemli örneklerindendir. Sağda liberalleri, Hıristiyan demokratları ve gelenekçileri içine alan bu ideolojiler, aşırı sağ uçta otoriterlik ve gericilik yanlılarını barındırmaktadır.
Akademisyenler Noël O’Sullivan ve Roger Eatwell ise bu konuda yaptıkları çalışmalarda SAĞ’ı; gerici, ılımlı, radikal, aşırı ve yeni olmak üzere beş gruba ayırmışlardır.
Gerici sağ geçmişe bakar. Aristokratik, dini ve otoriter eğilimlere sahiptir.
Edmund Burke tarafından örneklendirilen ılımlı sağ ise kademeli değişimi kabul eder, hukukun üstünlüğü ve kapitalizm de dahil olmak üzere liberalizmin bazı yönlerini destekler. Bununla birlikte, radikal “bırakınız yapsınlar (laissez-faire)” yaklaşımını ve aşırı bireyciliği topluma zararlı olarak görürler. Milliyetçilik ve sosyal refah politikalarını desteklerler.
Radikal sağ, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen bir terimdir ve McCarthycilik, John Birch Topluluğu, Thatcherizm ve Cumhuriyetçi Parti gibi grup ve ideolojileri ifade etmektedir. Ancak Eatwell, bu sınıflandırmanın demokratik hareketleri tanımlamak için de kullanılmış olması nedeniyle önemli sorunları olduğunu belirtmektedir. Bu kategori sağ kanat popülizmi ve çeşitli alt türlerini kapsamaktadır.
Aşırı sağın dört özelliği vardır: demokrasi karşıtlığı, aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve güçlü devlet.
Yeni Sağ ise küçük devlet, serbest piyasa ve bireysel inisiyatifi savunan liberal muhafazakarlardan oluşmaktadır.
Bazı yazarlar ise “merkez sağ” ve “aşırı sağ” arasında ayrım yapmaktadır. Merkez sağ partiler tipik olarak liberal demokrasiyi, kapitalizmi, piyasa ekonomisini (tekelleri kontrol etmek için hükûmet düzenlemeleri ile birlikte), özel mülkiyet haklarını ve sınırlı bir refah devletini destekler. Muhafazakarlık ve ekonomik liberalizm ile aynı çizgide yer alırlar ve sosyalizm ile komünizme karşı çıkarlar.
Diğer yandan, aşırı sağ, baskın etnik grubu veya dini destekleyen ve diğerlerine karşı ayrımcılık yapan mutlak bir hükümetten yanadır. İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Nazi Almanya’sında Adolf Hitler ve Şili’de Augusto Pinochet aşırı sağ ile ilişkilendirilen önemli figürlerdir.
Benim de zaman zaman kullandığım bir başka ayrım ise sert sağ-yumuşak sağ-yumuşak sol-sert sol şeklindedir.
1980’li Yıllardaki Değişim
1980’li yıllarda bu konuda çok önemli gelişmeler meydana geldi. İngiltere’de Thatcher ve ABD’nde Reagan örnekleri ile bir yandan Batı dünyasında bir YENİ SAĞ yükseliş ortaya çıkarken, diğer tarafta Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla desteklenen REEL SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ ile sağ ve sol siyasette yeni bir dönem başladı. Yeni başlayan dönemde, artık sağ kanatta kapitalizmin kesin zaferi hareket noktası olurken; sol kanatta yeni ve alternatif politika arayışları egemen olmaya başladı. Sol gelenek, dayandığı varsayımlar ve beklentilerin hepsi sorgulanır duruma geldi.
Neoliberalizmin soldaki “Üçüncü Yol” temsilcisi Tony Blair 2006’da İngiltere başbakanı iken siyasetteki ana ayrımı sol-sağ değil, açık-kapalı olarak tanımladı. Ona göre “Açık” seçmenler kültürel olarak liberal, çok kültürlülük ve küreselleşmeden yana olma eğilimindeyken, “kapalı” seçmenler kültürel olarak muhafazakâr, göçe karşı olmak gibi korumacılıktan yanaydı.
Geleneksel solun “Eşitlikçilik” gibi sosyal adalet talepleri unutuldu. “Emperyalizm” komplocu düşünce olarak gösterilmeye başlandı ve dünyanın dört yanında her görüşü kapsayan “büyük çadır partileri” denilen siyasal yapılar ortaya çıktı.
Bunun gibi “aşırı sol ve aşırı sağ”ın karşıt uç değil, benzer olduğunu ileri süren “at nalı teorisi” gibi teoriler ortaya atıldı. Kendi ideolojisinin mümkün olan tek siyasi görüş olduğunu iddia edenler tarafından sol ve sağ kavramlarının “tedavülden kalktığı” ileri sürüldü.
Makalemizi bitirmeden iki önemli alıntı yapacağız.
Birincisi Mahfi Eğilmez’den:
“…Özetle söylemem gerekirse günümüz dünyasında kapitalizm de sosyalizm de ortaya atıldıkları çerçeve içinde bulunmuyorlar. Bir çeşit ‘sulandırılmış kapitalizm’ ile ‘sulandırılmış sosyalizm’ var karşımızda.
Kuşkusuz işin ekonomi dışında da özellikleri var. O zaman ayrım demokrasi rejimi ile kumanda rejimi arasında yapılıyor. Demokrasi, her ne kadar seçime yani sandığa indirgenmeye çalışılsa da günümüzde taşıdığı anlam bu kadar basit değil. Örneğin güçler ayrımı (yasama, yürütme ve yargının ayrılması), yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi birçok temel kurum günümüz demokrasisini tanımlamak için kullanılıyor. Kumanda sisteminde, çoğu kez seçim yapılsa da güçler ayrımı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi temel kurumları bulmak mümkün değil. Batı demokrasileri (ABD, Kanada, Avrupa gibi) ve bazı doğru demokrasileri (Japonya gibi) bu kurumlara sahip bulunuyorlar. Bazı ülkeler tümüyle demokrasiden uzak kumanda sistemine sahip durumdalar (Suudi Arabistan, Kuveyt gibi.) Kendilerini demokrasi olarak tanımlasalar bile bazı ülkeler kumanda ağırlıklı bir sistem yürütüyorlar (çoğunlukla Afrika ve Asya ülkeleri gibi.)
Günümüzde siyasal sistem ayrımını yaparken, demokrasinin kurumlarının nasıl işlediğine bakarak bu ayrımı yapmak gerekiyor. Adı demokrasi olan sistemlerin çoğunda yasama erki yürütmenin emrinde hareket ediyor. Yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü görünürdeki hukuk düzenlemelerinde var gibi olsa da gerçek yaşamda uygulanmıyor. Bunlara da ‘sözde demokrasi’ diyoruz.
Bir de ahlak sorunlarının ortaya çıktığı sistemlere değinebiliriz belki. Bunun hangi sistemde olduğunun önemi yok. Ama çoğunlukla kapitalist sisteme geçmiş görünen gelişme yolundaki ülkelerde ortaya çıkıyor. Demokrasinin kurumlarının tam olarak işlememesinin, denetim mekanizmasının tam çalışmamasının sonucu olarak birçok ‘sözde demokrasi’ ülkesinde yolsuzluklar, kayırmalar görülüyor. Buna da ‘ahbap çavuş kapitalizmi’ deniyor. Ne var ki bu kumanda tarzıyla yönetilen sosyalist ekonomilerde görülen bir durum. O zaman ona da ‘ahbap çavuş sosyalizmi’ demek doğru olabilir.
Son bir konu var. Bazı ülkelerde bu ayrımlar din üzerinden yapılıyor. Örneğin bizde sağ–sol ayrımı, üretim araçlarının mülkiyeti ya da demokrasinin derecesi vb üzerinden değil, dine yaklaşım açısından yapılıyor. Onun için bizdeki gibi bir sağ ve sol ayrımı batılı insanın kafasında hiçbir şekil alamıyor.
Günümüzde batıda sağcı dendiğinde liberal demokrat – kapitalist ekonomi politikası görüşüne sahip kişiler, solcu dendiğinde sosyal demokrat – sosyal piyasa ekonomisi görüşüne sahip kişiler anlaşılıyor. Bizde ise sağcı dendiğinde siyasete din ağırlıklı yaklaşım yapanlar, solcu dendiğinde ise siyasete laiklik çerçevesinde yaklaşım yapanlar anlaşılıyor. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kavramları birbirine karıştırdığımızı söyleyebiliriz. Bu kadar kafası karışık bir toplumda doğru çözümlere ulaşmak ise gerçekten mucize gibi görünüyor. Onun için iki lafın birini getirip eğitime bağlıyoruz. Eğitim, bugünlerde anlatıldığı gibi okulda geçirilen süreyle de ilgili değil. Okulda hangi bilgilerin, hangi kalitede öğretildiği, öğrenimde geçirilen süreden çok daha önemlidir…”
İkinci alıntımız Soner Yalçın’dan:
“…Sol, eleştiri demektir.
Eleştiri, var olanla yetinmez, gelecek için iyi bir hayat hedefiyle sorgular.
Yani eleştiri, münazara gibi salt yorumlamakla kalmaz, eleştirdiğini değiştirmek ister…
Yani eleştiri, yeni vaadi olmadan-yaratmadan yapamaz…
Çağına ve zamanına karşı çıkan eleştiriden beslenen sol, tek tip fikirsiz dünyayı, kurulu düzeni reddeder, yeniyi arar. Hakikatin sonsuz yolculuğunda devrimcidir…
Evet:
Eleştirinin temeli, “açığa çıkararak/kazı yaparak” toplumsal değişim yaratmaktır.
Eşitsizliğin yoksulluğun yabancılaşmasının nedeni olarak kapitalizmi gören sol, krizlerden beslenen yapıyı değiştirmek istemektedir.
Ama… Kapitalizmin “mezar kazıcılığı” noktasında zamanla sol bölündü. Örneğin:
Sosyal demokratlar, kapitalizmi aşmayı-değiştirmeyi değil, sistemin “insanileştirileceğine” inanarak reform yaparak düzene asimile olmayı tercih etti!
Hele… Son kırk yıldır “aşırı kapitalizm/neoliberalizme” tamamen boyun eğmesi ile eleştirinin yerini “algı-reklam-promosyon” aldı…
Çünkü sosyal demokratların, sağ partilerden “piyasaya tapınma” anlamında pek farkı kalmadı. Bu eleştirisiz duruş, “sol-sağ ayrımı kalmadı” görüşünü yaygınlaştırdı.
Ve aslında:
★★★
Özünde:
Son otuz-kırk yılda serbest piyasa, tarihin hiçbir döneminde iyi işlermiş gibi görünmedi. Yalan hiç bu kadar kabul görmedi yani! Bu sebeple:
“Sağ-sol ayrımı kalmadı” tezinin ideolojik ana hedefi; mevcut sisteme yönelik eleştirinin (itibariyle özgürleştirici muhalefetin-eylemin) tamamen son bulmasıdır. Halkın “seyirci” yapılmasıdır.
Böylece toplumsal yaşam alternatifsiz bırakarak, eşitsizlik üzerine kurulu bu çarpık sistemi meşrulaştırmaktır…
Öyle ki:
Değersiz kılmak için eleştiri kavramı, içi boşaltılarak bağırmaya, öfkeye ve düzensizliğin faili olmaya indirgendi!
Ekranlarda düşünebilen değil görünebilen kimi “konuşan kafalar” bunun anlamlı örneğidir. Bunun yansıması günlük yaşamda da sıklıkla karşımıza çıkıyor; hınç, kabalık, kötülük, diyalogsuzluk…
Oysa eleştiri; incelemeci, aydınlatıcı, açıklayıcı ve değerlendiricidir. Bunun vasatlaştırılarak etkisizleştirerek ortadan kaldırılması statükonun muhafaza edilmesi, “körlük” yaratma amacı taşımaktadır.
Sağ ile arasındaki uzlaşmazlığı budur solun ve bu nedenle muhafazakârlığa karşıdır.
“Yeni muhafazakarlık” diye tanımlanan neoliberalizm ideolojisini savunan kişi/parti sol olamaz. İşte, bu sağdır…
★★★
Sol, ölmez.
Fikirleri gerçek anlamda kaybolmaz.
Düşüncesinin ölmek gibi huyu yoktur zaten. Kuşkusuz hayal kırıklığı yaşatmışlığı da yok değildir.
Ancak ilerlemeci tavrı, yenilen-debelenen onu her seferinde ayağa kaldırıyor, umdun merkezine taşıyor!
Evet, tekrar ortaya çıkışı geçmişte olduğu gibi aynı olmasa da çağı ve zamanı gelince yenilenmiş haliyle kendini gösteriyor. Sadece tek yapması gereken, sırtındaki (“hiçbir alternatif yok” denen) yeni muhafazakâr neoliberalizm kamburundan kurtulmaktır.
Toparlarsam:
Sağ da ölmez. Var olanı koruyan “yanlış bilinç” de her daim olacaktır.
Kafaları karıştıran, neoliberalizme/post modernizme/vd. çark eden kişi ya da partilerin solcu görülmesidir!
Oysa, onlar hayal kırıklığı yaratan itibarsız sağcılardır. (Ki bunlar, Türkiye’de büyük referans kaynağının sol-sağ ayrımının kültürel değer farklılaşması olduğunu ileri süren etnisite taraftarlarıdır Vs.)
Elbet sol hareket, “çorak düzenin bekçisi” sağa kayışı durdurup, dönüştürücü politikalar ile kendini gösterip geniş kitleler ile buluşarak toplumsal değerler sistemini iktidara taşıyacaktır…”
Her iki değerli yazar/düşünür de bu konuda çok önemli şeyler yazmışlar!
Hepsinin ışığında SOL ve SAĞa bakarsak;
Sol dediğimizde, “var olanı değiştirmeyi istemek” ama, “var olanı insanlık onuruna daha layık bir toplumsal yapı kurabilmek adına değiştirmek” anlaşılmalıdır. Bu nedenle, SOL anlayışın özünde “daha adil, daha eşitlikçi ve sosyal adaletçi yeni bir sistem oluşturabilme inancı” yer alır. Çünkü, gerçek SOL bu dünyada var olan bütün sosyo-ekonomik sistemlerin insan yapısı olduğuna inanır. İnsan yapısı olan herşey, insanlar tarafından toplumsal çıkarlar doğrultusunda değiştirilebilir varsayımını esas alır. SOLda genel olarak “toplumsal eşitlik,” SAĞda “bireysel özgürlük” kaygısı öne çıkar. Çünkü, SAĞda var olan düzenin zenginlik ve yoksulluğun insanüstü bir irade tarafından belirlenmiş olduğu, insanın bunu ancak bireysel olarak değiştirmeyi deneyebileceği, fakat bu kadere toplumsal bir müdahale yapılamayacağı inancı vardır. SOL, daha eşitlikçi olacağı varsayımı ile devletin ekonomiye müdahalesini ve üretim araçlarının devlet mülkiyetini savunurken; SAĞ, buna bireysel girişim özgürlüğüne ve bireysel sermaye birikimine engel olacağı gerekçesiyle karşı çıkar.
Batı kapitalizmi ve onun askeri aparatı NATO, kapsadığı bütün ülkelerde SAĞ ve ancak yumuşatılmış SOL iktidarlar ister, ancak buna izin verir. Yumuşatılmış Sol iktidarlar kurulabilmesi SOLun “sınıf mücadelesi” anlayışının reddi ile mümkün olabileceğinden, günümüz Avrupa ülkelerindeki SOL “emeğini satarak geçinenlere” daha fazla pay verilerek yumuşatılmıştır. Bu nedenle, Avrupa’daki “Sosyal Demokrasi” SOLdur, ama “YUMUŞAK SOL”dur.
NATO üyesi ülkelerde 2.Dünya Savaşı sonrasında SERT SOL ile nasıl mücadele edildiğini merak edenler “AVRUPA VE TÜRKİYE’DE GLADİO-KONTRGERİLLA DOSYASI” Yazımıza bakabilirler.
Bilgedunyali.com olarak bu konuyu birkaç soru ile bitirmek istiyoruz:
- Kamu mülkiyeti kamu çıkarını korumak için tek yol mudur?
- Piyasaların varlığı tek başına kamu çıkarını dışlar mı?
- Piyasaların kamu çıkarı doğrultusunda işletilmesi nasıl sağlanır?
- Kamusal ve özel bütün çıkarlar karşısında bireyin sahip kılınması gereken sosyal-siyasal-ekonomik hakları nelerdir?
- Bu yazdıklarımızı en iyi hangi sağ ve hangi sol savunur?
Sevgi ve saygıyla kalın…
KAYNAKÇA
- Kendime Yazılar; Sağ, Sol, Kapitalizm, Sosyalizm, Demokrasi ve Eğitim; 25.5.2015; https://www.mahfiegilmez.com/2015/05/sag-sol-kapitalizm-sosyalizm-demokrasi.html
- Vikipedi, Özgür Ansiklopedi; Sağcılık; https://tr.wikipedia.org/wiki/Sa%C4%9Fc%C4%B1l%C4%B1k
- Oda TV4; Soner Yalçın; 16.2.2024; https://www.odatv4.com/yazarlar/soner-yalcin/kimler-sagci-kimler-solcu-epistemik-cemaat-sandiginiz-gibi-degil-120028368
- Oda TV; Soner Yalçın; https://www.odatv.com/yazarlar/soner-yalcin/siyasi-bir-tartisma-sol-sag-kavramlarin-icyuzu-120030243?fbclid=IwAR1wcDI5zBuA7jZw0HgYa9FpRMc8WUxfth3fONxAukVeDN-aWCWWfDdkvXU
- SİYASAL HAYVAN; MAKALELER; Politikada “Sol” ve “Sağ” Nedir?; Oğuz Kağan Bati; 30.9.2015; https://siyasalhayvan.com/politikada-sol-ve-sag-nedir/
- Sağ – Sol Ayrımı Nasıl Ortaya Çıktı? Sağcı, Solcu Ne Demek?; Tarihibilgi.org; https://tarihibilgi.org/sagcilik-ve-solculuk/
- https://medyascope.tv/2017/05/30/islam-ve-sol/; Ruşen çakır; İslam ve Sol: Dindardan solcu, solcudan dindar pekâlâ olur; neden olmasın?