HACI BEKTAŞ VELİ
Last Updated on 20/01/2025 by ahmet can ayışık
Bugünkü Hacıbektaş ilçesi veya eski adıyla Sulucakarahöyük merkezli olmak üzere, 13.YY’dan bugüne, etki alanı Anadolu, Balkanlar, Orta Avrupa, Kafkaslar, İran ve Orta Doğu’yu kapsayan önemli bir “Aydınlanmacı Yol Kurucusu/Pir”imizi yazacağız bu defa.
“…
Hararet nar’dadır sac’da değildir
Keramet baştadır taç’ta değildir
Ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de hac’da değildir.
Sakin ol kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin izinden çıkma
Eğer insan isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez uc’da değildir.
…”
Horasan Melametiliği’nin önde gelen temsilcilerinden Yusuf Hemedani’nin öğrencisi Hoca Ahmed Yesevi tarafından kurulmuş olan Yesevilik tarikatının Anadolu’daki en etkin uygulayıcısı, 13.YY Anadolu’sunun İslamlaşma sürecine önemli katkılarda bulunarak adını “Horasan Erenleri” olarak anılan bilge kişilikler arasına yazdıran, 16.YY’da ise Balım Sultan önderliğinde 14-15.YY Azerbaycan ve Anadolu’sunda yaygınlaşmış olan Hurufilik akımının da etkisi altında kalarak kurumsallaşan Bektaşilik tarikatının isim babası, Kalenderi/Haydari şeyhi, büyük Türk mutasavvıfı.
Bu vesile ile değerli “bilgedunyali.com” okuyucusuna bir hatırlatma yapmalıyım: bu blogda yayınladığımız yazılar zaman zaman güncellenmekte, yayınlanan eski tarihli yazıların önemli bir kısmında çeşitli güncellemeler yapılabilmektedir. Böylece, blogdaki yazıları, deyim yerindeyse “yaşayan yazılar” olarak yayında tutuyoruz.
Pir Hacı Bektaş Veli’ye gelince, açıkça söylemek gerekirse yazmanın zor olduğu önemli bir bilge şahsiyettir. Öncelikle doğru söylenişini belirtelim: “Hacı Bektaş-ı Veli,” yani, veli olan Hacı Bektaş. Ancak, yaygın kullanılışı “Hacı Bektaş Veli”dir.
Lokman Parende’den ilk eğitimi almış ve Hoca Ahmed Yesevi’nin (1103-1165) öğretilerini takip etmişti. Bu nedenle, Yesevi’nin halifesi olarak da kabul edilmektedir. Anadolu’ya geldikten sonra kısa zamanda tanınarak değerli öğrenciler yetiştirmiştir.
Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlana Celaleddin” (s.237) adlı eserinde Hacı Bektaş Veli’nin gerçek kimliğini şöyle ortaya koyar: “Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yürüten, propagandasını yapan) bir batıni daisiydi. Bunu Makalat açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyit eder.”
Anadolu Ahiliği’nin kurucusu olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’ın Hacı Bektaş Veli ile dostlukları olduğu, Babailer ile de sıkı münasebetlerinin bulunduğu bilinmektedir. Velayetname-i Hacı Bektâş-ı Veli adlı eser Hacı Bektaş-ı Veli’nin sık sık Kırşehir’e ziyaretlerini ve Ahi Evran’la yaptığı sohbetlerini anlatmaktadır.
İlk Hacı Bektaş sevenlerinin ahilikle ilgileri sebebiyle Bektaşilik’teki tarikata giriş ayini, eşik öpme, kuşak bağlama törenleri, aynı kaseden şerbet içme adeti, giyim benzerlikleri, ayinlerde okunan dualar büyük ölçüde ahilikten alınmıştır.
Aslında, Bektaşi kavramı; Hacı Bektaş-ı Veli’nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara “Bektaşi” adı verilmesiyle ilgilidir.
Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Hacı Bektaş Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Mezarı, Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesinde bulunmaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin doğumu, ölümü, kim tarafından eğitildiği, Anadolu’ya tam olarak hangi tarihte geldiği ile ilgili kesin bilgiler bulunmamaktadır. Döneme ait bilgi veren kaynaklardaki mistik (dinsel) anlatım ve Alevi -Bektaşiliğe ilişkin çoğu kaynakların yok edilmiş ya da kaybolmuş olması da Hacı Bektaş Veli’ye dair sağlıklı bilgiye ulaşmamıza engel olmaktadır.
İlgili bilgilerin bir kısmını ölümünden sonraki yıllarda yazılmış, “Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi”nden öğreniyoruz. Kitabın tam adı “Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli”dir. Bektaşiler için Hacı Bektaş hakkındaki bilgilerin ana kaynağı bu kitaptır. Özellikle Ahmed Yesevi ile ilgili anane ve menkıbelerin Anadolu’daki metinlerini içeren en eski yazılı kaynak olması itibariyle önemi büyüktür. Abdülkadir Gölpınarlı tarafından günümüz alfabesi ile ilk defa 1958 yılında yayımlanmıştır.
Evet, hakkında bilgi veren en eski kaynaklardan biri olan Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli, Hz.Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kazım nesline bağlanmaktadır.
Bektaşîler arasındaki genel kabule göre de Hacı Bektaş, Hz.Ali soyundandır. Altıncı imam Musa el-Kazım neslinden Horasan’ın hükümdarı olan Seyyid İbrahim-i Sani ile Hatem Hatun’dan Nişabur şehrinde dünyaya gelmiş, yukarıda da belirttiğimiz gibi Lokman-ı Perende adlı bir mutasavvıf tarafından yetiştirilmiş, Türkistan’ın büyük şeyhi Ahmet Yesevi ile görüşmüş, onun işareti üzerine Anadolu’ya gelmiş, Kırşehir civarında Sulucakarahöyük’te yerleşmiş, burada birçok derviş ve halife yetiştirmiştir.
Ancak, genel inanış böyle olmakla beraber, Hz.Ali ile Hacı Bektaş Veli arasındaki kan bağlantısının tartışmalı olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Emeviler döneminde Hz.Ali taraftarlarının Horasan bölgesine yerleştikleri düşünüldüğünde, Hacı Bektaş Veli’nin soyunun Hz.Ali’ye bağlanması ihtimal dahilinde görülse de, bunun kanıtlanmasının pek mümkün olmadığı unutulmamalıdır.
Diğer yandan, Hoca Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiği iddiaları ile ilgili olarak, yaşadıkları dönemlerin farklı olduğunun unutulmaması gerekmektedir. 1166’da öldüğü bilinen Ahmet Yesevi ile 1209-1271 yılları arasında yaşadığı düşünülen Hacı Bektaş Veli’nin, yaşadıkları zaman dilimlerinin farklılığı açıktır. Ancak, Lokman Perende’nin himayesinde ve Yesevilik öğretisinin etkin olduğu bir ortamda yetişmiş olduğu yaygın kanaat durumundadır.
HACI BEKTAŞ VELİ – HACE BEKTAŞ VELİ HANGİSİ DOĞRU
Her ne kadar “ulu, önder, hanedan, saygın” anlamında kullanılan ve bu yüzden Horasan ve Anadolu erenlerinin Bektaş Veli için uygun gördükleri “Hace”nin, “Hacı”ya sonradan dönüştürülmüş olduğu, aslının “Hace Bektaş Veli” olması gerektiği yönünde görüşler mevcut olsa da bu görüşler henüz yeterli kanıtlarla desteklenemediğinden biz günümüzde yaygınlığını koruyan Hacı Bektaş Veli adını kullanmayı daha uygun görüyoruz. Hacı Bektaş ve Hacı Bektaş Veli adlandırmasını kullanan çok sayıda tarihsel kaynağın sözkonusu olmasının da bizim bu tercihi yapmamızda etkili olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Vilayetname, Bektaş’a “Hacı” denilmesini, gençliğinde gösterdiği bir keramete bağlar: “Hocası Lokman-ı Parende hacca gitmiş, hac törenlerini yerine getirmiş, Arafat’a çıktığında yanındakilere “Bugün arife günü; bizim evde yemek pişiriyorlardır.” demiş. Horasan’daki Bektaş-ı Veli’ye bu söz malum olmuş; bir tepsiye yemek koyup bir anda tepsiyi Mekke’de Arafat’a götürmüş, halk bu olayı duyunca, ona Hacı Bektaş el-Horasani demişler.”
Aslında, Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok daha sonra, 14.YY başlarında kurulan tarikatının, 16.YY başlarında etkinlik kazanması ile olmuştur.
Horasan ve Erdebil’de aldığı tekke eğitimi, Anadolu’ya geliş yolu ve Anadolu’da bulunduğu yerler dikkate alındığında, Hacı Bektaş Veli, Yesevilik, Melamilik, Batınilik, İsmaililik, Ahilik, Babailik, Mevlevilik, Kalenderilik gibi dönemin inanç ve anlayışlarını, yakından tanıyor ve biliyor olmalıdır. 13.YY’da Moğol istilasının yol açtığı göçler sebebiyle, muhtemelen Hacı Bektaş Veli’nin de kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte Anadolu’ya gelmiş olduğu akla yakın gelmektedir.
Baba İlyas’ın torunu olan Kırşehirli Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi (Ölümü:1359) tarafından yazılan ve Baba İlyas’ın söylencelere dayalı yaşam öyküsünün anlatıldığı “Menakıbu’l-Kudsiyye Fi Menasıbi’l-Ünsiyye”de, Hacı Bektaş Veli hakkında kısa fakat önemli ipuçları verilmektedir. Elvan Çelebi, Hacı Bektaş Veli’yi büyük atası Baba İlyas’ın altmış halifesi arasında saymaktadır. Bu altmış halife arasında, Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu Osman Gazi’nin ileride kayınpederi olacak olan, Şeyh Edebali de bulunmaktadır (Şeyh Edebali, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi’nin kayınbabası ve hocası, Osmanlı Devleti’nin fikir babası olarak bilinir).
Menakıbu’l-Kudsiyye Fi Menasıbi’l-Ünsiyye; Mesnevi tarzında yazılmış, Baba İlyas ve oğullarının menkıbeleri ve biyografilerini içerir. Baba İlyas, onun oğlu Muhlis Paşa (baba), onun da oğlu Aşık Paşa’nın elde bulunan tek biyografilerini içerir. Elvan Çelebi ise Aşık Paşa’nın oğludur.
Hacı Bektaş Veli’ye dair önemli bir başka kaynak ise, Baba İlyas-ı Horasani’nin soyuna mensup, bir sufi olan (Tasavvufi hayat tarzını benimseyen), tarihçi Aşıkpaşazade’nin “Tevarih-i Al-i Osman” adlı eseridir. Bu kaynağa göre Hacı Bektaş Veli’nin, kardeşi Menteş (Mintaş) ile Horasan’dan Sivas’a gelmişler, 1240 yılındaki Babai ayaklanmasının öncüsü Baba İlyas’ın yanında yer almışlar, kardeşi Menteş, Babailer ayaklanmasına katılmış ve savaşta vefat etmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin; Aşıkpaşazade’nin Hatun Ana dediği (Vilayetnamede Kutlu Melek -Fatma Ana – Kadıncık Ana isimleri ile anılan), manevi bir kızı olduğunu; tasavvuf öğretisini ve kerametlerini ona emanet ettiğini; Hatun Ana’nın bunları Abdal Musa’ya aktardığını da Aşıkpaşazade’den öğreniyoruz.
Bu bilgiyi, “Abdal Musa Vilayetnamesi” de doğrulamaktadır. Aşıkpaşazade, ayrıca bu döneme ait dört zümreden söz etmektedir: Savaşçı sınıf Gaziyan-ı Rum, zanaatkar sınıf Ahiyan-ı Rum, halk velileri Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum. Tarihçiye göre Hatun Ana’da Bacıyan-ı Rum’dandı. Bu bilgiler, o çağda Anadolu’da “kadının, erkek müridi olacak kadar, yüksek bir statüye sahip olduğunu” göstermektedir. Vilayetname’deki anlatımlar da İslami dönemdeki kısıtlamalardan önce, kadının sosyal yaşamda çok daha etkin bir yerde olduğunu ortaya koymaktadır. Meclislerde erkeklerin yanında yer almakta ve yabancı konuklara hoş geldin diyebilmektedirler. Yeri gelmişken bu hususu da belirtelim.
Bazı kaynaklarda, Hacı Bektaş Veli’nin 1248 yılında doğduğu, 1337-1338 yılında öldüğüne dair kayıtlar varsa da Kırşehir’de kurulan bir Mevlevi tekkesi vakfiyesinde, Hacı Bektaş Veli için “kuddise sırruhu” (sırrı kutlu olsun) ibaresi kullanıldığı tespitinden hareket ile 1297 yılında kurulmuş vakfın kayıtlarında bu ibarenin kullanılmış olabilmesi için o tarihte Hacı Bektaş’ın ölmüş olduğunun kabulü gerekir.
Ayrıca, Hacıbektaş İlçesi Halk Kütüphanesi’nde bulunan ve Ankara’ya götürülen, Ciritli Derviş Ali (Resmi Ali Baba) tarafından 1765’da kopya edilmiş elyazması Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde, Hacı Bektaş Veli’nin 1209/1210’da doğduğu, 63 yıl yaşayarak 1270/1271’de öldüğüne dair kayıt bulunduğunu Abdülbaki Gölpınarlı ortaya koymuştur. Bu kayıt Aşıkpaşazade, Eflaki ve Elvan Çelebi’nin aktardıkları tarihsel verilere de uygun görünmektedir.
Diğer yandan, ölümünden sonraki yıllarda yazılmış olduğu bilinen Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde, Türbesinin I.Murat (1359-1389) zamanında Yanko Madyan tarafından yapıldığı; II.Beyazıt’ın (1481-1512) türbenin üstünü tunç levhalarla kaplattığı gibi bilgiler yer alırken, 1501 yılında tekkenin başına getirilen Balım Sultan’dan söz edilmemektedir. Bu bilgilerden hareketle Vilayetname’nin 15.YY sonlarında yazılmış olabileceği düşünülmektedir. Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi’ye kılıç kuşatıp Elif Taç giydirdiği yazılı ise de Aşıkpaşazade, bu konuda açık ve kesin bilgi vererek, Hacı Bektaş Veli’nin Osmanlı hanedanından kimse ile görüşmediğini belirtmektedir. 1281’de, 23 yaşındayken Kayı Boyu’nun yönetimini üstlenen Osman Gazi’ye, 1209-1271 yılları arasında yaşadığı düşünülen Hacı Bektaş Veli tarafından kılıç kuşatılıp Elif Tacı giydirilmiş olması da mümkün değildir. Bu söylemin Vilayetname’ye, Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik Tarikatı ile ilişkilendirilen yeniçeri ocağının kurulmasından sonra, “Veli”ye inanışın Osmanlı hanedanınca benimsendiği dönemlerde eklenmiş olabileceğini düşünmek daha akla yakın gelmektedir.
Bütün buraya kadar yazdıklarımıza rağmen, şu hususu da belirtmek gerekir ki, Bektaşilik tarikatının kuruluşunda geçirdiği süreç, kurucusunun kim veya kimler olduğu, bu süreçte Hacı Bektaş-ı Veli’nin konumunun ne olduğu, tarikatın Piri mi, yoksa kurucusu mu olduğu, Balım Sultan’ın tarikata nasıl bir yapı kazandırdığı yüzyıllar geçmesine karşın hala tartışılmaktadır. Genellikle kabul edilen görüş, Hacı Bektaş-ı Veli’nin tarikatın kurulma işlemini gerçekleştirmediği, ancak kurulmasına yol açan süreci başlattığı, dolayısıyla da onun ardıllarınca kurulan tarikatın “Piri” olduğudur. Bu görüşe göre Bektaşiliğin kurumsallaşma sürecinin tamamlanması 16.YY’da Balım Sultan tarafından gerçekleştirilmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında büyük rol oynamıştır. Bazen söylendiği gibi farklı bir din getirmemiş, aksine İslam dininin Anadolu topraklarında yorumlanmasına aracılık etmiştir. Özellikle Rumeli’nin geniş kesimlerinde son derece etkili olmuştur. Bu anlamda, Sünni Müslümanların da Rumeli’de olduğu gibi tasavvufta Bektaşilik tarikatına dahil olmak suretiyle insanı odak noktası alan böyle bir tarikat üyesi olarak yola katıldıklarını biliyoruz.
Balım Sultan, Alevi-Bektaşilere göre Pir-i Sani’dir (İkinci Pir). Alevilik-Bektaşilik araştırmacısı İngiliz J.K.Birge bu süreci Alevi toplumunun yorumuna göre yapar. Ona göre; “13.YY’dan başlayarak Küçük Asya’dan ismen ait oldukları çeşitli dinlerden karışmış öğeler içeren bir tür halk dini gelişti. Hacı Bektaş-ı Veli’nin harekete yardımcı olan gezginci ruhani önderlerden biri olarak giderek artan bir biçimde üstünlüğü tanındı. Sadece Kırşehir yakınındaki köy adını ondan almakla kalmadı, fakat tüm Küçük Asya’da sayısız köyde onun adı Pir olarak ünlendi. Balım Sultan’la kent içi ve yakınlarındaki tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir ritüel ve örgütlenme başladı. Bu örgütlenme, belirli ölçülerde çok benzer inanç ve uygulamaları sürdüren, fakat Bektaşiliğin düzenlenmiş sisteminin dışında kalan köy gruplarından farklılaşarak daha biçimsel olarak örgütlenmiş Bektaşi Tarikatı haline geldi.”
DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN ÖZÜ
İnsan odaklı bir dünya görüşünü esas alan Hacı Bektaş Veli; “Her ne arar isen kendinde ara” ve “incinsen de incitme” diyerek insani yücelişi ve insan sevgisini tam onikiden hedefler.
Onun düşüncesinde, insanı incitmek Tanrı’yı incitmektir. “Okunacak en büyük kitap insandır” sözü ile hem bunu vurgular, hem de İslam inancının özüne gönderme yapar.
Bir kısa açıklama yapmalıyız…
Bilindiği gibi yüce dinimize göre okunacak 3 kitap sözkonusudur;
- Kutsal kitabımız,
- Evren
- İnsan.
Evet efendim; bilgi kitaptandır ve kitap okunmadan içindeki bilgi anlaşılamaz. Diğer bir söyleyişle, bilgi ve sır ancak okumak suretiyle anlaşılabilir. Bunun için de gerekli olan şey bilimdir. Öyleyse, böyle bir yüce din, kesinlikle akla ve bilime karşı olamaz. İslam dini de tebliğ edilen hali ile akıl ve bilime karşı bir din değildir. Bu da bizim ara notumuz olsun…
Hacı Bektaş Veli’nin söylemiyle ifade edersek; “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” ve “En yüce servet ilimdir.”
13.YY’dan günümüze Hacı Bektaş Veli’nin aydınlanmacı ve insan odaklı düşüncesinden söz ederken, onun yolunu izleyen Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Hacım Sultan, Koyun Baba, Güvenç Abdal, Sarı İsmail, Gözcü Karacaahmet, Hıdır Abdal, Sarı Saltık, Kızıl Deli, Otman Baba, Ak Yazılı, Demir baba, Gül Baba ve belki de şu anda yazamadığım onlarca “yol ulusunu” da anmadan geçemeyiz.
Ne diyor Hacı Bektaş:
“…
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hak’kın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda erkek kadın farkı yok
Eksiklik noksanlık senin görüşlerinde
…”
Hacı Bektaş’a göre “İnsan insandır.” Hangi kökenden gelirse gelsin, insan insandır. Dünyanın merkezinde insan vardır. Çünkü, “İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki görüntüsünden başka bir şey değildir.”
Melekler bile insana secde etmiştir.
Kutsal bir varlık olan insana her ne nedenle olursa olsun kötülük yapılamaz. “Düşmanlarınızın bile insan olduğunu unutmayın” diyen Hacı Bektaş, çağını aşan bir hümanist düşünür ve “Kadınlarınızı okutunuz” diyerek kadına önem veren, çağını aşan bir aydındır.
Kurduğu dergahta fakirleri, yoksulları yedirip içiren; dergahta çalışan dervişlerin hiçbirinin birbirinden üstün olmadığını söyleyen çağını aşan bir adalet ve eşitlik simgesidir.
Bektaşilik, hümanist esaslı bir öğretidir. Öğretinin odağında “insan” vardır. Amacı, “İnsan-ı Kamil” olarak tanımlanan olgun, yetkin insana ulaşmaktır. Bu ise belirli bir eğitim sürecini gerekli kılar.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin halen yaygın olarak kullanılan birçok özlü sözü bulunmaktadır. Öncelik yol kurallarındadır. Onlar “Hatır kalsın, yol kalmasın” diyerek bunu açıklarlar.
Tanrıya ancak sevgi ile bağlanılabileceğini, insan ahlakının önemli olduğunu, abdest ile ancak insanın dış teninin temizleneceğini, asıl temizliğe insanın kendi içindeki kötülüğü yenerek ulaşacağını belirtir. İnsanın asıl savaşı kendi benliğine karşı vermesi gerektiğini ve bunun ahlak kurallarının başında geldiğini savunur. Bektaşiliğin, öncelikle “Eline, Beline, Diline sahip olabilmek” ilkesiyle başladığını, bunun için de tüm kötülüklerden kaçınılması gerektiğini söyler ve elden geldiğince herkese iyilik yapılması gerektiği üzerinde durur.
Ve değerli okurlar, Hacı Bektaş Veli “Eline, Beline, Diline Sahip Ol” Derken bir şeyi daha anlatmak ister:
“Eline sahip çık” ifadesindeki “el”, “il”dir. yani yurt, vatandır…
“Beline sahip çık” ifadesindeki “bel”, “toprak”tır…
“Diline sahip çık” ifadesindeki “dil”, lisandır, Türkçe’dir.
EY TÜRK MİLLETİ!
VATANINA, TOPRAĞINA VE TÜRKÇE’NE SAHİP OL!
Bunu da yazmadan geçseydik olmazdı.
Hacı Bektaş Veli’nin felsefesinin özünde “insan sevgisinin merkezde yer aldığını” görürüz. Ona göre “yeryüzündeki tüm insanlar kardeştir” ve “dünya onlar için, onların ortak kullanımı için yaratılmıştır.” İnsanları, dillerinden, dinlerinden, renklerinden ve ırklarından dolayı ayıramazsınız, hor göremezsiniz, dışlayamazsınız. Tümüne aynı gözle bakmak zorundasınız. Hacı Bektaş Veli sadece insanlara değil, hayvanlara da sevgiyle bakar. Evcil ya da yabani hiçbir hayvan onun gözünde birbirlerine düşman değildir. Kurtla koyunu, aslanla geyiği bir arada barış içinde yaşatmanın yolları da vardır, diye düşünür. Hacı Bektaş Veli, aklı inancın önüne koymuştur. Akıl olmadan inancın yok olacağı düşüncesindedir.
Makalat’ta, ki bu kitap Hacı Bektaş Veli’nin İslam dininin genel hükümlerini Türklerin kendine has bir yorumla işlediği kitabı olarak kabul edilir, şu düşüncesi öne çıkar: “Amma benim üç iyi dostum vardır; ben ölünce biri evde kalır, biri yolda kalır ve biri de benimle gider. Evde kalan maldır, yolda kalan akrabalarımdır, benimle gelen ise iyiliğimdir.”
13.YY’DA ANADOLU YAŞAMI VE TÜRKÇE KULLANIMI
Hacı Bektaş Veli, Horasan’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Arapça ve Farsça etkisinde kalmasını yaşamış, Acem kültürü ağırlıklı yapılanmanın bir benzerinin yeni geldiği Anadolu’da diğer Selçuklu beyleri tarafından da uygulandığını gördüğünde, Türk dili ve kültürünü öne çıkararak bu dile sahip çıkma ihtiyacı duymuştur. İbadeti Türkçedir. Yazılarını Türkçe kaleme alarak gelecek nesillere kopukluğu taşımak istemez. Gerçekten de Selçuklular İslamiyeti benimsedikten sonra devlet yapılanmasında otantik kökenlerinden uzaklaşarak, daha çok Arap ve Acem kültürüne ağırlık vermişler, günlük konuşma dilinin Arapça, yazı ve edebiyat dilinin de Farsça olması için gayret göstermişlerdir. Bu bakımdan, Hacı Bektaş Veli’nin dil ve kültürel tavrı da Anadolu Türklüğü yönünden son derece önemlidir.
13.YY’da, en parlak döneminde Anadolu Selçuklu İmparatorluğu içerisinde yaşam, hiç olmazsa kentlerde kolay ve rahattı. İranlılaşmış bir sarayın ve hükümdarın etkisiyle İranlı kültürün yayılmış bulunduğu bu kentlerde oturanlar, Farsça söylüyor ve yazıyorlardı. Resmi din, Selçuklu sultanlarının inançları doğrultusunda esasları “Medrese”lerde öğrenilmekte olan Sünni Müslümanlık’tı. Selçuklu Medreseleri, Müslüman kültürün en gözde merkezleri olarak kentlerin kültür yaşamını yönlendirmekteydiler. Ticaret ve zanaat büyük ölçüde Hıristiyanların ve Yahudilerin elindeydi; çünkü Selçuklu Türklerin’in özü savaşçı bir sınıfa dayanıyordu. Bununla birlikte, yönetim geniş görüşlü ve hoşgörülü idi. Bu nedenle, Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar uyum içinde birarada varlıklarını sürdürmekteydiler. O dönemde Mevlana’nın Selçuklu kent kültüründeki etkisi açıktı. Fakat, nüfusun esasını göçerlerin oluşturduğu kırsal kesimde durum farklıydı. İmparatorluğun merkezi gücünün zayıfladığı bölgelerde ve dağlık yörelerde boy beyleri ve törelerin egemenliği sözkonusuydu.
13.YY’da Cengiz Han yönetimindeki Moğol akınları, en güçlü zamanını yaşayan Anadolu Selçuklu İmparatorluğu topraklarına doğru Orta Asya ve Ortadoğu’dan gelen Türkmenlerin kitlesel göçüne sebep olmuştu.
Açıkça yazmak gerekirse, bozkır göçerleri, kent merkezlerinin İranlılaşmış ve İslamlaşmış halkı ile pek bağdaşamıyorlardı. Kentli ahali de Türkçeden başka dil konuşamayan, eğitimden yoksun bu göçerlere çok da iyi gözle bakmıyordu. Onları “Etrak-ı bi-İdrak” yani, “zekası, anlayışı kıt Türkler” olarak adlandırmaları buradan gelir. Zamanın Türkmen/göçer boylarının da henüz İslamlıktan çok Şamanlığa yatkın, bir anlamda cemaat dışı olarak kabul edilen “heterodoks” bir inanç yaşadıkları için de “Etrakin dini zaif” yani, “dini inancı zayıf Türkler” olarak nitelendirilmekteydiler.
Anadolu’da, 13.YY’da meydana gelen “Babai” ayaklanmalarında (Türkmen/göçer) çizdiğimiz bu tablonun etkisi büyüktür (Baba İlyas ve Baba İshak).
Yine, 16.YY’da Osmanlı-Safevi savaşında Safevi Şah İsmail’in yenilgisinden sonra Anadolu’da çıkan ve 17.YY başlarına kadar süren Celali İsyanları’nda da hem ekonomik hem de dinsel-kültürel sebepler etkili olmuştur.
Biraz konudan ayrılmış gibi olduk. Fakat, yazdıklarımızın hepsi konunun öznesi ve özünün parçasıdır aslında. Dönemin ortamını gözümüzün önünde canlandırmadan yazsaydık havada kalabilirdi pek çok önemli konu. Şimdiyse, büyük ölçüde yerli yerine oturdu sanırım.
Tarihsel kaynaklara göre Hacı Bektaş Veli adı ilk kez yukarıda belirttiğimiz dönemde “Baba İlyas’ın halifelerinden olduğu” şeklinde geçmektedir (Elvan Çelebi ve Aşıkpaşazade). Ancak, Hacı Bektaş’ın eline silah aldığına yönelik bir bildirim bulunmamaktadır.
13.YY’da kaynaklarda adı geçen Hacı Bektaş’ın, adının tarihsel olarak asıl öne çıktığı dönem ise ölümünden sonra 14.YY’da Osmanlı’nın kendisini Yeniçeri Ocağı’nın piri saydığı dönem olmuştur.
Bir toplumdaki gelişmiş sosyal sınıflar din eğitimine kolayca uyabilirken, kent merkezine uzak eğitimsiz toplum tabakalarının çok daha uzun bir kültürel geçiş dönemi yaşamaları, bu dönemde öncelikle resmi inanışın öne çıkan dogmalarını benimsemeleri, giderek ona uyum sağlayarak özümsemeleri doğaldır. Anadolu’da da böyle olmuştur. Kırsala yaygın göçer nüfusun sentezi hem daha uzun sürmüş hem de merkezi otoritenin daha yoğun hissedildiği kent merkezindeki nüfusa göre biraz daha farklı bir sentez meydana gelmiştir.
HACI BEKTAŞ VELİ VE OSMANLI YENİÇERİ OCAĞI
Yazdığımız gibi Hacı Bektaş Veli, Osmanlı İmparatorluğunda 14.YY’dan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, II.Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte kapatılan, Abdülaziz zamanında tekrar canlanan ve 25 Kasım 1925 tarihinde Cumhuriyet Türkiye’sinde tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden “Bektaşi Tarikatı”nın piridir.
Osmanlı Sultanları ile halk tarafından da sevilmiş ve sayılmıştır. Osmanlı Ordusunda Yeniçeriler Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle, Yeniçerilere “Hacı Bektaş-ı Veli Çocukları” da denilirdi. Ocağın banisi Hacı Bektaş-ı Veli olarak kabul edilirdi. Seferlere giderken onlara Bektaşi dede ve babaları eşlik ederlerdi. Bugün Balkanların her köşesinde izleri görülen Bektaşiliğin oralara yayılmasında “Yeniçeriler”in etkisi açıktır.
Yeniçeri Ocağına vurucu asker yetiştirecek ilk “Acemi Ocağı” Gelibolu’da kurulmuştu. Bu ilk teşkilatlanma ile orduya bin kadar nefer alınmıştı. Bunlardan her yüz kişisinin başına “Yayabaşı” adıyla bir komutan atanırdı. Sonradan, yeniçeri ocağına Hıristiyan tebaanın çocukları da dahil edildi. Yeniçeriler (yeni askerler), böylece, küçük yaşlardan itibaren İslam örf ve adetlerine göre yetiştiriliyor, ardından da acemi oğlan kışlalarında askeri eğitime tabi tutuluyordu. Emekli oluncaya kadar evlenmeleri ve şehir gibi mahallerde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. Yeteneklerine göre subay veya general (paşa) olurlardı. Ocağın üst düzey komutanlarına “Yeniçeri Ağası” ismi verilirdi. Teşkilat merkezi İstanbul’da olurdu. Ocak, ağadan nefere kadar giden bir hiyerarşik düzen içinde çalışırdı. Dini terbiye ve tarikat bağlılığı yeniçeriler arasında yaygındı. Özellikle Bektaşi tarikatına girmeleri çok yaygın bir gelenek halindeydi. Bununla beraber, Melameti, Mevlevi, Nakşi, Halvetiyye ya da Halveti tarikatlarına mensup olan yeniçeriler de vardı.
Yeniçerilik sistemi, Osmanlı’nın ikinci beyi Orhan bey zamanında yarı Hıristiyan yarı Türkmen olarak başlatılmış olsa da, asıl kuruluşu ve salt Hıristiyanlardan oluşturulması I.Murat döneminde gerçekleşmiştir. Yeniçeriliğin kuruluşundan sonra Osmanlı’nın resmi ordusu statüsünü yitiren Türkmenler ise fetihlerde akıncılar olarak görev almaya devam etmişlerdir. Osmanlı beyleri, Türkmen köylüsünün önder kabul ettikleri Hacı Bektaş Veli’nin toplum üzerindeki manevi gücünü bildikleri için yeniçeri ocağının kutsanması görevini Hacı Bektaş Veli Dergahı’na havale etmişler, böylece halkın manevi inancında değer taşıdığını bildikleri Hacı Bektaş Veli felsefesinden asker ocağında faydalanmayı düşünmüşlerdi.
Diğer yandan, Osmanlı hükümdarları ile Bektaşi tarikatı arasındaki ilişkilerde dönemsel farklılıklar olduğunu biliyoruz. Genellikle, Osmanlı’nın kuruluş devrinden itibaren olumlu seyreden ilişkiler, “Şah İsmail Olayı” ve Safevi Devleti’nin güçlenmesiyle birlikte bozulur. Bu nedenle, bir kısım Osmanlı padişahları yeniçerilerin piri sayılan Hacı Bektaş için, türbesinin etrafını imar eder, vakıflar kurar, sebiller inşa ettirirken, bir kısmı tarikata yasaklar getirmiştir. Bektaşiliğin yeniçeri ocağındaki etkisi ise her zaman önemli olmuştur. Bu önemli etkinin, Hacı Bektaş, her ne kadar Osmanlı’nın kuruluşundan önce vefat etmiş olmakla birlikte, Kara Rüstem, Seyyid Ali Sultan, Gazi Evrenos, Abdal Musa gibi ilk Osmanlı fetihlerine katılan ve yeniçeri teşkilatının kurulmasını sağlayan yiğit kişiliklerin Ahilik, gazilik ve Hacı Bektaş’la ilişkili olmaları, ondan etkilenmiş olmaları sebebiyle ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Zamanla “Hacı Bektaş Köçekleri” diye anılmaya başlanan yeniçerilerin 94.ortasında daima bir Hacı Bektaş vekili bulunur; değişen Bektaşi babalarının tacı yeniçeri ağası tarafından merasimle giydirilirdi. Bu iki teşkilatın karşılıklı sempati ve işbirliği yapması, II.Mahmud’un 1826’da Yeniçerileri ilga ederken Bektaşi tarikatını da kapatmasına sebep olmuştur.
OSMANLI YAYILMASINDA DERVİŞLERİN ROLÜ
Ömer Lütfü Barkan, 16.YY arşiv belgelerine dayanarak “dervişlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun mülkleştirme ve yayılmasında etkin rollerini” ortaya koymuştur. Bunlar, bazen derviş gaziler olarak yerleşecekleri toprakların fethine katılmışlar, fakat daha çok henüz oturulmayan fethedilmiş topraklara yerleşerek, oralarda çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmak suretiyle bölgenin tarımsal ekonomisini kontrol altında tutmuşlardır. Bu yerleşimler, daha çok istiladan kaçan Hıristiyan ahalinin toprakları üzerinde olmakta ve çoğu kez ulaşım yolları ve dağ geçitleri gibi önemli noktalar seçilmekteydi. Demek ki, o bölgenin korunmasından da sorumlu idiler.
Osmanlı merkezi yönetiminin izni ile dervişler, yerleştikleri topraklarda zaviyeler kurar, meyve ağaçları diker, toprağı işler, değirmenler, fırınlar, kervansaraylar gibi halka yararlı imar faaliyetlerinde bulunurlardı. Böylece, terk edilmiş topraklarda köyler oluşacak, yaşam canlanacak, İslamlaştırmaya katkı sağlanacaktı.
BEKTAŞİLİK VE ALEVİLİK
Bektaşilik ve Hacı Bektaş Veli denilince Alevilik’den söz edilmezse olmaz elbette…
Alevilik inancının, Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş-ı Veli sayesinde ve ozanların nefesleriyle hayat bulduğuna inanılmaktadır.
Bektaşiler ve Aleviler aynı kök düşünceyi paylaşırlar. Yan yana yürüyen iki koldurlar aslında. Bektaşiler için Balkan ulusları, Kızılbaş-Aleviler için Doğu Anadolu yerleşimliler olmak üzere değişik topluluklardan etki almış ve değişik toplulukları etkilemişlerdir.
Alevilik inancı, Anadolu’nun Müslümanlaşması sürecinde önemli izler bırakan, Hoca Ahmed Yesevi, Ebu’l Vefa, Baba Haydar, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Taptuk Emre, Yunus Emre ve Abdal Musa gibi önemli dini şahsiyetlerin fikirleriyle yapılandırılmıştır. Ayrıca Alevilik, Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi, İsmail Safevi (Hatai) ve Pir Sultan Abdal ile Hubyar Sultan’a da ayrı bir önem vermektedir. Şah İsmail Safevi, Alevi inancının Anadolu’da yayılmasında çok önemli ve etkin bir rol oynamıştır.
Balkan ülkeleri kaybedildiğinde, oralarda yerleşik İslam ve Hıristiyan unsurları etkilemiş olan Bektaşilik formu bir anlamda geride kalır ve Anadolu’daki Alevilik formu öne çıkar.
Aslında Bektaşilik ve Alevilik, kökenini “İslamlaşmış Şamanlık” denilebilecek bir halk İslamlığı’ndan almıştır. Coğrafi gerçeklik, Trakya ve Balkanlar’da Bektaşilik, Anadolu’da ise Alevilik formunun yaygınlığını açıkça ortaya koyar.
Burada bir başka olguyu da vurgulamak gerekir. Alevi sözcüğü, İran coğrafyasında “Ali Soyundan Gelen” anlamındadır ve Anadolu’da “Kızılbaş” sözcüğüne yüklenen olumsuz anlamın yerleşmesinden sonra kullanımı yaygınlaşmıştır.
Bektaşiler, resmi Sünni İslam din anlayışından farklılıklarıyla dinsel yönde; Anadolu Türk göçer ve yarı-göçerleri ile Osmanlı’nın kırsal halkını temsil ediyor olmaları nedeniyle de Osmanlı toplumsal yapısında sosyal yönde bir ayrışma yaratmışlardır.
13.YY’daki Baba İlyas önderliğindeki Babai Ayaklanması’ndan kurtulanların uğrak ve sığınma yeri olarak beliren Sulucakarahöyük’e yerleşmesi de ilginçtir aslında. Baba İlyas’ın müridi olup olmadığı, sözkonusu isyana katılıp katılmadığı da tartışılır. O dönemde Baba İlyas’tan el almış nice derviş için Sulucakarahöyük adeta yeni bir aydınlanma merkezi rolü oynamış olmalıdır.
Bize göre, Hacı Bektaş Veli’nin, Baba İlyas’ın önde gelen halifelerinden olması akla yakındır. Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük’te kalırken, benimsediği toplumcu ve hümanist felsefesi ile yetiştirdiği halifelerini Anadolu, Trakya ve Balkanlara gönderir. “Dört Kapı Kırk Makam” ilkeleriyle eğitimini dört bir yana yaymaya çalışırken, “72 millete aynı gözle bakma, renk, ırk, dil, din ayrımı gözetmeme ve insanı merkeze oturtmasıyla” ünü tüm Anadolu halkı arasında yayılmakla kalmaz, Trakya, Balkanlar ona destek çıkar.
Hacı Bektaş Veli’nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı, 13.YY’dan başlayarak Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin bulunduğu Macaristan’ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan’a kadar birçok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir.
Evet, Osmanlı’da Bektaşilik ve Kızılbaşlık-Alevilik Anadolu ve Balkanlar’da atbaşı gider. 16.YY’da Osmanlı-Safevi savaşı ve Şah İsmail’in Anadolu Türkmen Kızılbaş nüfusu üzerinde etkinlik kazanması Osmanlı’da ciddi rahatsızlık doğurur. Kızılbaşlık kötülenir ve zor kullanılır. Öyle kötülenir ki, kullanımdan düşer. Alevilik yaşar. Bektaşilik ise genelde Balkanlar’da yaygındır, bir de Anadolu’nun bazı kentlerinde. Kırsalındaki Türk göçerlerde ise Kızılbaş-Alevilik sürer açık ya da gizliden. Bunlar Osmanlı’nın gerçeğidir, sevsek de sevmesek de…
On iki imam inancı Alevi-Şiilik’te başından beri olmasına karşın, Bektaşilik Tarikatı’nın temel töreleri arasına Balım Sultan’la girer. Tarikatın “temel direği” olur. Her bağlının, müridin temel inanışları içerisinde yer alan bir ilke olur. Bu temel ilke Alevi-Bektaşi edebiyatının temel çeşnisi ve zenginliği olacaktır. Hemen hemen tüm Alevi-Bektaşi ozanları oniki imam çeşnisini şiirlerinde malzeme olarak kullanacaklardır. Alevi-Bektaşi edebiyatı bu zenginlik üzerine kurulmuştur. Oniki imam anlayışına paralel olarak yaşam adeta “oniki” rakamı üzerine sistemleştirilmiştir. Oniki sayısının eski Türk törelerinde de mevcut olduğunu biliyoruz. Özellikle Şamanist dönemde, Şamanların tacı da oniki ayrı hayvanın postundan yapılan parçalarla tamamlanmaktaydı. Bunun Zodyak çemberini simgelediği düşünülmekteydi. Yani, kainatı başına taç etmekteydi. Bu inanış ile Oniki imam inanışı harmanlanarak Bektaşi kültüründe oniki terkli taç kullanımı ve Oniki imam inancının yansımaları görülmektedir. Cemlerde simgesel olarak oniki çerağ yakılır. Kemer üzerine Oniki imamı simgeleyen oniki köşeli “palheng taşı” denilen taş takılır. Bu dervişlerin gönüllerini Tanrı’ya bağlayan bir simge olarak algılanır. “Eline, diline, beline sahip olmayı” gerektirir. Bektaşi tacı oniki dilimlidir. Tekkelerin meydan yerleri, tekke üstündeki baca ve kubbeler hep oniki dilimli olur. Bektaşi tekkelerinde Pir’e hizmet görevlerinin her biri bir post ile simgeleştirilir ve temsil edilir. Bu anlayışı Balım Sultan “oniki post” şeklinde biçimleyerek tarikatın töreleri arasına kazandırmıştır. Postlardan her biri, Bektaşiliğin en büyük adlarından birine bağlanarak anılmış ve böylece o kişiler ölümsüzleştirilmiştir.
Oniki imam sırrı olan oniki post şunlardır:
- Baba Postu: Horasan postu (Hacı Bektaş-ı Veli)
- Aşçı Postu: Seyyid Ali Sultan postu
- Ekmekçi Postu: Balım Sultan postu
- Nakib Postu: Kaygusuz Sultan Abdal postu
- Atacı Postu: Kanber Ali postu
- Meydancı Postu: Sarı İsmail postu
- Türbedar postu: Kara Donlu Can Baba postu
- Kilerci Postu: Hacım Sultan postu
- Kahveci Postu: Şah Şazeli postu
- Kurbancı Postu: İbrahim postu
- Ayakçı Postu: Abdal Musa postu
- Mihmanevi Postu: Hızır peygamber postu
Hacı Bektaş Veli, “Makalat” adlı kitabını “Dört Kapı Kırk Makam” şeklindeki kâmil insan olma ilkelerini açıklamak için yazmıştır.
Hacı Bektaş, “Kul, Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur” der ve Kırk Makamı; Tanrı yolundaki tarikat yolcusunun, Hak’ka ulaşabilmesi için geçmesi gereken evreler olarak tanımlar. Yine Hacı Bektaş Veli, her kapının gereğini yerine getirenleri ayrı ayrı gruplar ve onlara birer sıfat verir. İnsanın oluşumuna katılan toprak, su, ateş ve hava olarak belirtilen dört unsurdan her birini, bir kapı ehline simge olarak verir.
“İnsan Şeriat Kapısında Adem Oğludur
Tarikat Kapısında Yol Oğludur
Marifet Kapısında Olgun İnsandır
Hakikat Kapısında Gök Oğludur”
Dört Kapının Mertebeleri ise şöyledir:
- Şeriat (Bel Kapısı /Mü’minlik Mertebesi),
- Tarikat Kapısı (Yol Kapısı /Zahidlik Mertebesi),
- Hakikat Kapısı (İl Kapısı /Ariflik Mertebesi),
- Marifet Kapısı (Gök Aman – Yer Ana /Muhiplik Mertebesi).
Her kapının da aşağıda belirttiğimiz gibi on makamı vardır.
- Şeriat kapısının makamları:
- İman etmek,
- İlim öğrenmek,
- İbadet etmek,
- Haramdan uzaklaşmak,
- Ailesine faydalı olmak,
- Çevreye zarar vermemek,
- Peygamberin emirlerine uymak,
- Şefkatli olmak,
- Temiz olmak
- Yaramaz işlerden sakınmak.
- Tarikat kapısının makamları:
- Tövbe etmek,
- Mürşidin öğütlerine uymak,
- Temiz giyinmek,
- İyilik yolunda savaşmak,
- Hizmet etmeyi sevmek,
- Haksızlıktan korkmak,
- Ümitsizliğe düşmemek,
- İbret almak,
- Nimet dağıtmak,
- Özünü fakir görmek
- Hakikat kapısının makamları:
- Edepli olmak,
- Bencillik, kin ve garezden uzak olmak,
- Perhizkarlık,
- Sabır ve kanaat,
- Utanmak,
- Cömertlik,
- İlim,
- Hoşgörü (miskinlik),
- Özünü bilmek (marifet),
- Ariflik (kendini bilmek).
- Marifet kapısının makamları:
- Alçakgönüllü olmak,
- Kimsenin ayıbını görmemek,
- Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek,
- Allah’ın her yarattığını sevmek,
- Tüm insanları bir görmek,
- Birliğe yönelmek ve yöneltmek,
- Gerçeği gizlememek,
- Manayı bilmek,
- Tanrısal sırrı öğrenmek,
- Tanrısal varlığa ulaşmak.
Alevi terminolojisinde, Alevilerin sosyal yaşantısını düzenleyen ve onların “İnsan-ı Kamil” olmasına aracılık eden “Dört Kapı Kırk Makam” bir okul niteliğindedir.
Dört Kapı Kırk Makam’ın anlamını en iyi açıklayanlardan biri de Esat Korkmaz’dır:
“…Dört Kapı Kırk Makam öğretisi, inançtan akla atlamanın, aydınlanma zemininde buluşmanın teorisidir. Aklın evrim sürecine katılmak, aydınlanma dünyasında gezinmek, bir insanlık kazanımıdır; boyutlandırırsak bir insanlık onurudur, insanlaşmanın kendisidir, insan olabilmenin zorunluluğudur. Makalat’a göre dört ulu kapı ve bu dört ulu kapıya bağlı kırk makam vardır. Birinci kapı şeriat; ikinci kapı tarikat; üçüncü kapı marifet ve dördüncü kapı, ana kaynak olan hakikat kapısıdır. Dört kapının dördünün de kendine özgü özellikleri/kuralları bulunur. Dört kapının da kaynağı birdir; dört kapı dört aleme denk düşer. Kırk makamın onu şeriat, onu tarikat, onu marifet ve onu hakikat içindedir. Yol ehli dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek Hak’ka ulaşır; bu sırada şeriat gemisine biner; tarikat denizine açılır; marifet dalgıcı olur ve hakikat incisini bulur. Bu nedenle tarikat yolcusu inançta/düşüncede amacına ulaşabilmek için şeriatın koşullarını yerine getirmek; tarikatın içinde olmak; marifetten ayrılmamak ve sürekli hakikatı aramak durumundadır. Bunun bir uzantısı olarak İnsan-ı Kamil’in çerağ gibi durması; fitil gibi yanması; yağ gibi erimesi ve nur gibi ışık vermesi gerekir…”
Hacı Bektaş Veli, Kırk Makam’ı; Tanrı yolundaki tarikat yolcusunun, Hak’ka ulaşabilmesi için geçmesi gereken evreler olarak tanımladı. Yine Hacı Bektaş Veli, her kapının gereğini yerine getirenleri ayrı ayrı grupladı ve onlara birer sıfat verdi. İnsanın oluşumuna katılan ve toprak, su, ateş ve hava olarak belirtilen dört unsurdan her birini, bir kapı ehline simge olarak verdi.
İnsan, Şeriat Kapısında Adem Oğludur,
Tarikat Kapısında Yol Oğludur,
Marifet Kapısında Olgun İnsandır,
Hakikat Kapısında Gök Oğludur.
Ahmet Yaşar Ocak, “Babailer İsyanı” adlı yapıtında, Vilayetname’deki Hacı Bektaş Veli’nin halifeleri hakkında şu bilgiyi aktarır: “…Cemal Seyyid, Saru İsmail, Kolu Açık Hacım Sultan, Seyyid Ali Sultan, Baba Resul, Pir Ebi Sultan, Recep Seydi, Sultan Bahaeddin, Yahya Paşa, Barak Baba, Ali Baba, Saru Kadı, Atlas-Puş Sultan Dust-ı Huda, Samut Baba, Abdal Musa Sultan, Karaca Ahmet Sultan, Baba Mansur, Karadonlu Can Baba, Abdal Murat, Geyikli Baba, Seyyid Kadı, Gözü Kızıl, Hızır Samit ve Güvenç Abdal başlıca halifeleridir onun.”
Esat Korkmaz, “Dört Kapı Kırk Makam” adlı kitabında (s.28) şöyle yazar:
“Hacı Bektaş Veli, eski Türk, İran, Arap ve Helen düşünce ve inanışlarının bir bileşimi olarak Bektaşiliği biçimlendirirken; Ortodoks İslamlıktan ayrılan üç önemli yenilik getirdi.
- Türkçeyi ibadet dili yaptı.
- Sünneti ve şeriatı kaldırdı; herkese şeriatsız bir yaşam sundu, zorunlu ibadet yoktu, cinsiyet ayrımı yoktu, içki yasağı yoktu.
- İbadetin (namaz) yerine, eski Türk Şamanizminden, Zerdüşt dininden ve diğer halkların toplumsal/dinsel pratiklerinden esinlenerek geliştirdiği Cem’i koydu. Alevilik-Bektaşilikte cem, inancın toplumsallaşmasıdır. Bu işlevin yapıldığı cemevi ise, inancın toplumsallaştığı bir kurumdur.”
Ve işte, Toros Dağları Avşar boyu göçerlerinden Dadaloğlu 19.YY’da, yani 1865’de Osmanlı merkezi yönetimine karşı bu nedenle ne demiştir?
“…
Kalktı göç eyledi Avşar illeri
Ağır ağır giden iller bizimdir
Arab atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın termeni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir.
…”
Evet, Anadolu’da adeta gelenekselleşmiş bir yerleşik kurumlara karşı çıkış olgusu Kızılbaşlık ile başlar, Alevilik ile devam eder. Tam da bu özelliği nedeniyle, Alevilik, bu coğrafyada merkezi otoriteye karşı çıkışı formüle etmek isteyen bütün iç de dış güçlerin ilgi alanında olmaktan kurtulamaz. Alevi-Sünni gibi dinsel; Türk-Kürt veya Türk-Acem gibi etnik kırıklar yaratılması ve işlenmesi sözkonusu olduğunda Alevilik “Bulunmaz Hint kumaşıdır” adeta…
Tarihi İpek Yolunun kara bölümünü kontrol eden ve bu ticareti elinde bulunduran Türkmenlerin gittikçe güçlenerek Karadeniz ve Akdeniz’deki limanlara inmeleri, başta Osmanlılar olmak üzere Ceneviz ve Venediklileri telaşlandırmıştır. Yukarıda da değindik, Safevi Şahı İsmail’in daha fazla batıya gelmemesini isteyen Osmanlılar Çaldıran’da Şah İsmail’in ordusunu bozguna uğratarak bölgede kesin egemenlik sağlar. Yükselme ve varlık döneminde sessiz kalan Aleviler, Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminde çiftçilerin vergi sorunları (ekonomik), Tımar sisteminin bozulması (askeri) ve iyice teokratikleşen yönetim gibi nedenlerle Celali ayaklanmalarını başlatır. Bu ayaklanmalar Kuyucu Murat Paşa ve IV. Murad gibi padişah ve sadrazamlar tarafından kanlı bir şekilde bastırılır. Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde Pir Sultan Abdal’ın bir vali tarafından asılması üzerine sorunlar yeniden baş gösterir ve Sivas bölgesinde ayaklanma başlar. Daha sonra, Amasya ve Tokat bölgelerinde başlayıp süren ayaklanmalara, Tanzimat sonrasında Tunceli de katılır. Osmanlı Devleti’nin dağılma döneminde Tunceli/Dersim ayaklanmaları ile devam eden Celali ayaklanmaları Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona erer ancak.
Cumhuriyet sonrasında, bu defa Batı emperyalizminin kullanmak isteyeceği bir toplumsal kırık hattı olarak var olmayı sürdürür Anadolu’nun bağrında.
Alevi ya da Kızılbaş olsun “Cem Ayinleri”nin Anadolu Türkçesi ile yapılıyor olması ve ibadet dillerinin Türkçe olması çok önemli bir özelliktir ki, bir kez daha belirtmeden geçilemez.
Bektaşilik ve Alevilik de farklılaşmıştır diğer yandan…
Türkiye’de her Bektaşi Alevi olduğu halde, her Alevi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi Horasan Ereni” sayıp saygı göstermesine karşın, Bektaşi değildir.
Bu nedenle, bazı farklı yaklaşım ve görüşler de ortaya çıkmıştır. Sözgelimi, Köy Bektaşisi, Kent Bektaşisi ayrımı yapılmaktadır. Köy Bektaşilerine “Alevi,” Şehir Bektaşilerine “Bektaşi” denilir şeklinde ayrımlar da yapılmaktadır. Ya da Bektaşilikle ilgili bir kısım çalışmalarda Alevi sözcüğü ile Bektaşi sözcüğü tamamen aynı anlamda kullanılabilmektedir. Aslında, her iki grup da Hacı Bektaş-ı Veli’yi sevip saymalarına karşın, Aleviler Hacı Bektaş Dergahı’na değil, Alevi ocaklarına bağlıdırlar. Bektaşilik bir tarikat olduğundan, bu tarikatın yollarına uyan herkes Bektaşi olabilir. Ancak, Alevilik soya bağlıdır ve kan bağı gerektirir.
Aleviler, Muhammed’in son peygamber olduğuna, Ali bin Ebu Talib’in ise veliliğine (ya da imamlığına) inanırlar. İbadetlerini Cemevi’nde yaparlar. Günlük ibadetleri sabah, akşam ve gece gülbengidir. Kadir Gecesi’yle bağlantılı olarak üç gün ve Muharrem ayında ise on iki gün oruç tutarlar. Muharrem’den sonra da üç gün “Hızır Orucu,” Muharrem orucundan evvel üç gün “Masum-u Paklar” orucu tutarlar
Biz de Vilayetname’den alıntılayarak ve Pir’in öğütlerinden seçmeler ile bitirelim.
Edirne’yi alan Sultan Gazi Murad Bursa’da oturuyordu. (Edirne yöresi, Orhan tarafından alınmış olup, burada Orhan ile I.Murat karışıklığı olabilir.) Hacı Bektaş Veli için bir türbe yaptırmayı diler. İşi, mimar Yanko Madyan’a verir. Sekizinci İmam aşkına sekiz köşeli bir kubbe yapmasını ister. Kubbe tamamlanınca, tepesine tunç bir alem dikilmek istenir. Fakat, kubbe çöker, yapı dağılır. Mimar düşerken Hacı Bektaş Veli’den yardım diler ve O, kendisini kurtarır. Bunun üzerine mimar dervişliğe girip, Sadık adını alır. Dergah’ta altı yıl yaşar. Hızır Lale’ye: “Mezarımı Hacı Bektaş Veli’nin kabri eşiği altına kazın. O’na o kadar sıtkı ile bağlandım ve hayran kaldım ki, ziyaretine gelenler, onun aşkı muhabbetine benim sinemi çiğnesinler” diye vasiyetini bildirir. Öldüğünde vasiyeti nedeniyle türbenin eşiğine gömülür.
A
- Allah ile gönül arasında perde yoktur.
- Allah’ın sakının dediğinden sakınmak gerekir. Sakınmamak, ona inanmamaktır. İnsan olanlar, kendilerini bileler ve Allah’ın yasaklarından sakınalar.
- Alem Adem, Adem de Alem içindedir.
- Araştırma açık bir sınavdır.
- Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.
- (Arifler: anlayışlılar)
- Ademin özünü Medine toprağından yarattı. Başını, Beytülmukaddes toprağından yarattı. Kulağını Tur toprağından yarattı. Burnunu Dımışık (Şam) toprağından yarattı. Sakalını Uçmak, alnını Medine’nin Mağribinden yana toprağından yarattı. Ağzını Medine’nin Maşrıktan yana toprağından yarattı. Dilini, Buhara toprağından yarattı. Dudaklarını Berberiye toprağından yarattı. Dişlerini Harzem toprağından yarattı. Boynunu Çin mülkü toprağından yarattı. Kollarını Yemen Tayif toprağından yarattı. Sağ elini Mısır, sol elini Pers toprağından yarattı. Tırnaklarını Hıtay toprağından yarattı. Parmaklarını Sitan, göğsünü Irak, arkasını Hemedan, zekerini (cinsel organını) Hindistan, uyluklarını Türkistan, hayalarını Kostantiniyye (İstanbul) toprağından yarattı. Dizlerini Kırım, inciklerini Antalus toprağından yarattı.
B
- Benim Kâbem insandır.
- Bir olalım, iri olalım, diri olalım.
- Bilimle gidilmeyen yolun sonu yoktur.
- Biz dile ve söze bakmayız; öze ve hale bakarız.
- Bunların adı Yeniçeri olsun. Cenab-ı Hak yüzlerini ak, pazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun.[1]
- (Orhan Gazi‘nin getirdiği birkaç Yeniçeri askerine olan duası. Böylece ocağa “Yeniçeri” ismi konulmuş, ocağın pir’i de Hacı Bektaş-i Veli olmuştur.)
Ç
- Çalışmadan geçinenler bizden değildir.
D
- Dikkat et, lokma seni yemesin, sen lokmayı ye!
- Dili, dini, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir.
- Dünyada ne varsa; helal, haram, temiz ve pis hepsi din (İslam) ile bilinir.
- Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.
- Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
E
- Eğer bir insan, hem çalışkan hem akıllı ise takdir et; çalışkan fakat akıllı değilse dikkat et; akıllı fakat tembel ise ikaz et; hem akılsız hem tembel ise terk et.
- Eline, beline, diline sahip ol.
- En büyük keramet çalışmaktır.
- En yüce servet ilimdir.
- Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde, Hak’kın yarattığı herşey yerli yerinde, Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok, Noksanlıkla eksiklik senin görüşlerinde.
H
- Hararet nardadır, sacda değildir. Keramet baştadır, tacda değildir. Her ne ararsan kendinde ara. Kudüs’de Mekke’de Hac’da değildir.
- Her ne ararsan kendinde ara.
- Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.
- Her kişiyi, üç yüz altmış melek korur. Bunca melek arasında kendini yalnız sanıp edepsizlik (ahlâksızlık) edersin de sen, kendin gibi kişi yanında edepsizlik etmezsin. Hani senin meleklere inandığın.
İ
- İlim beşikte başlar, mezarda biter.
- İlim; hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır.
- İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
- (İlim: bilim)
- İncinsen de incitme
- İnsanın ağırlığı yüreğinin ağırlığı kadardır.
- İnsanın cemâli sözünün güzelliğidir.
- (Cemâli: yüzünün güzelliği)
- İman bir hazine, iblis bir hırsız, akıl ise hazinedardır. Hazinedar giderse hırsız hazineyi çalar.
- İmanın Kemali, Ahlak güzelliğidir.
K
- Kendine ağır geleni başkasına yapma!
- Kendisini temizlemeyen başkasını temizleyemez.
- Kibir bele bağlanmış taşa benzer, Onunla ne denizde yüzebilir ne de havada uçabilirsin.
- Kalleşler gelmesin meclisimize bizim erenlerle sohbetimiz var.
M
- Madde karanlığı, akıl nûru ile; cehâlet karanlığı, ilim nûru ile; nefis karanlığı marifet nûru ile; gönül karanlığı da aşk nûru ile aydınlanır.
- Mârifet ehlinin ilk makamı edeptir.
- (“Marifet: ustalık, hüner.” “Ehlinin: evinin.” “Makam: mevki, kat.” “Edep: uygun davranma”.)
- Mârifet, nefsi silmek değil, bilmektir.
- Murada ermek sabır iledir.
- (Murada ermek sabir ile olur.)
N
- Nebiler, Veliler insanlığa Allah’ın bir hediyesidir.
- (Nebiler: peygamberler)
- (Veliler: ermişler)
- Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
- (Nefis: öz varlık, kişilik)
O
- Okunacak en büyük kitap insandır.
- Oturduğun yeri pak et, yediğin lokmayı hak et.
Ö
- Özünü bilirsen özürden kurtulursun.
S
- Sen seni bilirsen yüzün Hüdâ’dır; sen seni bilmezsen, Hak senden cüdâdır.
- (Cüdâ: ayrı)
- Sıkıntılı günler birlik ve beraberlikle aşılabilir.El ele verince güzel günler çabuk gelir.
Y
- Yolumuz; İlim, İrfan ve İnsanlık sevgisi üzerine kurulmuştur.
Bektaşiler, edebiyatlarında yedi büyük şair sayarlar: Nesimi, Hatai, Fuzuli, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Yemini ve Virani.
Bütün canlara saygı ve sevgi ile efendim…
KAYNAKÇA
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1991
Abdülkadir Gölpınarlı, Vilayetname Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, İstanbul, 1958
Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, İstanbul, 1980
Irene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, Çeviren Turan Alptekin, İstanbul, 1988
Bayram Ali Çetinkaya, Bir Anadolu Ereni Hacı Bektaş-ı Veli: Hayatı, Eserleri ve İnsan Anlayışı
E.Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İstanbul, 1994
Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İstanbul, 1997
Esad Korkmaz, Dört Kapı Kırk Makam, İstanbul, 1995
Sadık Erenler, Diyar-ı Horasan’dan Halk Ozanı Pir Sultan Abdal’a, İstanbul, 2011
Uluslararası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri-Hacı Bektaş Veli, Derleyenler: Pınar Ecevitoğlu, Ali Murat İrat, Ayhan Yalçınkaya, 2010
Wikipedia.org
