EMPERYALİZM VE ULUS DEVLET
Last Updated on 16/06/2024 by ahmet can ayışık
Emperyalizm veya yayılmacılık, bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etki yaratmaya çalışmasıdır.
Emperyalizm tarihinin bize anlattığı nedir?
Osmanlı’nın egemen üretim biçimi ve bu üretim biçimine göre şekillenen devlet yapısı, o dönemde yeni ortaya çıkan kapitalist üretim biçimi ve yeni üretim biçimine göre örgütlenmiş milli devlet yapısı ile rekabet etmesine imkan verebilir miydi?
Kapitalist modelin temel amacı ulusal ve uluslararası piyasalarda kar maksimizasyonudur. Bütün ülkeler eşit gelişmişlik düzeyinde olduklarında bu amaca ulaşılabilir mi?
Emperyalizm Çağı olarak da nitelenen 20.YY’ın -kapitalist emperyalizmin tahtını sarsan- en büyük devrimlerinden biri Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde gerçekleştirilen“ Ulusal Türk Devrimi”dir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, savaş ve devrim ile kurulmuş, “Antiemperyalist Bir Ulusal Devlet”tir.
Emperyalizmin dünya kamuoyu önünde ilk gerçek sorgulandığı yer Lozan görüşmeleridir. Türk Ulus Devleti’nin bağımsızlığını kazanması için Batı emperyalizminin kapitülasyonlar aracılığıyla elde ettiği siyasal-yönetsel, ekonomik-mali, dinsel-kültürel tüm ayrıcalıklara orada son verilmiştir.
Türk Ulus Devleti, kuruluşunda, bu nedenle antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı siyaset ve ekonomik politikaları benimsemiştir. Siyasetin ekonomi olmaksızın anlam taşımadığını bilenler tarafından kurulan bu devlet, işte tam bu nedenle ilk yıllarında “denk bütçe-sağlam para” politikası uygulamıştı.
Emperyalizm veya yayılmacılık, bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde, kendi çıkarları doğrultusunda etki yaratmaya çalışmasıdır. Etkileyen devlet, etkilenen devletin kaynaklarından “yararlanma” hakkına sahip olur.
Çeşitli kaynaklarda farklı emperyalizm tanımları yapılmıştır:
- Bir ülkenin topraklarını genişletmesi
- Bir ulusun veya toplumun başka bir ulusu veya toplumu vergiye bağlaması
- Bir ulusun veya toplumun başka bir ulus veya toplumun topraklarındaki kaynaklarından yararlanması
- Bir ülkenin veya toplumun başka bir bölgeye kendi kültürünü yayması ve oranın halkını köle olarak kullanması
Collier’s Encyclopedia emperyalizm tarihini üç büyük evreye ayırmaktadır: Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve imparatorlukların genişlemesi ile ilgili olan evredir; ikincisi coğrafi keşiflerle başlayıp 19. yüzyıla kadar devam eden emperyalizmdir ve eski emperyalizm olarak adlandırılmaktadır; üçüncüsü yeni emperyalizmdir ve yaklaşık 1880’lerde başlamış, sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına, Asya ve Afrika’nın paylaşılmasına yol açmıştır.
Özellikle 19. YY’dan itibaren emperyalizm, sömürgecilikle eş anlamda kullanılmaya başlanmıştır.
Marksist kuramda, 1900’lerle birlikte, Rudolph Hilferding, Vladimir İlyiç Lenin ve Nikolai Bukharin basit sömürgecilik yerine ekonomik nüfuzun daha karmaşık şekillerine dikkat çekmişler; pazarların, arz kaynaklarının ve yatırım yollarının hakimiyet altına alınması ile ilgilenmişlerdir. Bu kuramda en çok başvurulan kaynak Lenin’in “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eseridir.
Pierre Jalée, emperyalizmi “uluslararası iş bölümünde, ticarette ve sermaye hareketinde belirli ilişkileri vurgulayan ekonomik bir fenomen” olarak; Richard D. Wolff “bir ekonominin diğer ekonomi üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı” olarak; Vladimir Lenin “kapitalizmin tekelci aşaması” olarak; Paul M. Sweezy, Lenin’i takip ederek, “dünya ekonomisinin gelişiminin bir basamağı” olarak; Richard C.Edwards, Michael Reich ve Thomas E.Weisskopf ise “kapitalizmin uluslararasılaşması” olarak tanımlamışlardır.
Emperyalizm, kapitalizm öncesinde de vardı. Kapitalizm öncesinde monarşik yönetimler döneminde asillerin, belirli ailelerin “yaratılan artı değere zorla el koyması” şeklinde vergi, angarya, kölelik veya haraç alarak sürdürülen bir düzen söz konusuydu.
Bütün bu düzenlerde bir anlamda ön devlet ve devlet dediğimiz ana organizasyonu egemenliğinde bulunduranların (kilise, feodal bey, kral/imparator vb.) asıl amacı, egemenlik alanlarındaki toprakları, haraç yada vergi aldıkları toplulukları, yer altı ve yer üstü kaynaklarını büyüterek daha büyük bir egemenlik alanı yaratmaya çalışmak olmuştur.
Günümüzde özellikle kapitalizmin yol açtığı emperyalizmi yaşıyor ve değerlendiriyoruz.
18.Yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin dünyayı ve üretim biçimlerini çok önemli şekilde değiştirdiğini, ardından sanayi güçleri arasında artan rekabetin büyük kapitalist güçler arasında ölümcül bir rekabete ve dünya bazında savaşlara yol açtığını gördük.
Kapitalizmin yükseliş dönemindeki en önemli ekonomik ilkesi serbest rekabet masalıydı. Oysa, serbest rekabetçi kapitalizmde üretimin belirli ellerde yoğunlaşmasının belirli gelişmişlik aşamalarında tekelciliğe vardığı anlaşıldı. Avrupa merkezli olarak yükselen serbest rekabetçi kapitalist sermaye grupları, hammadde kaynaklarına sahip olmak ve ürettiklerini satabilecekleri pazarları kontrol altında tutabilmek amaçlarıyla birleştiler. Hammadde ve pazarlara sahip olmanın en kolay yolu ise ülkelere egemen olmaktı.
Sözkonusu tekelleşme süreci, kaçınılmaz olarak mali sermayenin egemenliğini ortaya çıkardı. Bu ise emperyalizmin yeni şekliydi. Kılıçla fetih peşinde koşan güçleri kontrol eden devlet biçimi yerine, sanayi için gerekli hammadde kaynaklarına egemen olmak için herşeyi göze alan, ürettiği mamuller için pazar arayan bir devlet ve yönetim biçimi meydana geldi. Giderek, dünya çapında üretim, dünya çapında pazar ve dünya çapında egemenlik sağlama arayışı öne çıktı.
19.Yüzyıla gelindiğinde, vahşi kapitalizm Asya ve Amerika’da işgal edilmemiş toprak bırakmamıştı. Fakat, kapitalist sistemin temel itici gücü olan daha fazla kar elde etme güdüsü sınır tanıyamazdı. Tanımadı da.
Avrupa ve Amerika merkezli yeni kapitalist sistem, dünyanın eski egemen devlet ve imparatorluklarıyla hesaplaştı. Osmanlı İmparatorluğu da bunlardan biri durumundaydı. Osmanlı’daki egemen üretim biçiminin oluşturduğu devlet yapısı, yeni kapitalist üretim biçimi ve kapitalist üretim biçimine göre örgütlenmiş milli devlet yapısı ile rekabet etmesine uygun değildi. Bunun için emperyalizm ile girdiği rekabette başarısız oldu ve parçalandı.
İlk serbest rekabetçi kapitalist ülke, sanayi devriminin gerçekleştiği İngiltere idi. İngiltere, dünyanın fabrikası olmak ve diğer ülkelere hammadde karşılığında üretilmiş mallar vermek aşamasına ilk geçen ülke olmuştu. Sonradan, kendisi dışındaki ülkeler de kapitalist üretim aşamasına dönüştükçe, İngiltere kapitalizmi, sanayi ağırlıklı kapitalizmden, bu şekilde sağladığı çok büyük sermaye fazlasını, kar marjlarının daha yüksek olduğu geri ülkelere yeniden ihraç etmeye başlayarak, sağladığı karları daha da arttırmayı başardığı “Finansal Kapitalizm” aşamasına doğru evrildi.
Kapitalizmin temel amacı ulusal ve uluslararası alanda kar ençoklamasıdır (maksimizasyonu). Bütün dünya ülkelerinin eşit gelişmişlik düzeyinde olmaları durumunda uluslararası alanda bu amaca ulaşılamaz. Bu nedenle, kapitalist sisteme dahil ülkeler içinde mutlaka gelişmişlik düzeyi farklılıkları olması gerekir. Bugünkü dünyada da böyle bir farklılık vardır. Gelişmiş kapitalist ülkeler, bu farklılığın ortadan kalkmasını istemez. Böylece, geri kalmış sistem ülkelerine sermaye ihraç etmek suretiyle ellerinde toplanmış karlarından (birikmiş sermaye) yeniden yüksek kar elde etme imkanına sahip olurlar. Geri kalmış ülkelerde ise kar her zaman yüksektir. Çünkü, bu tür ülkelerde teknoloji geri, sermaye az, ücretler düşük, hammadde ve toprak ucuzdur.
Bugün, dünya, kar ençoklaması amacıyla ekonomik rekabeti kontrol eden az sayıda tekelci kapitalist grupların dünyayı paylaştığı emperyal bir siyaset arenası haline gelmiş durumdadır.
Ancak, Marx, Lenin ve birçok sosyalist kuramcının öngöremediği bir gelişme olmuştur. Emperyalist ülkeler, diğer ülkelerden sağladıkları sömürüden, ülke içindeki sınıflara pay vererek kendi ülkelerindeki çelişkileri bastırmak suretiyle bu sınıfların refah düzeyini kabul edilebilir noktalarda tutmayı başarabilmişlerdir. Bu nedenle, sistemin asıl çelişkisi, bu ülkelerdeki dahili sermaye-emek çevreleri arasında değil, gelişmiş kapitalist ülkeler ile az gelişmiş dünya ülkeleri arasında ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu çelişkinin, gelişmiş ülkeler tarafından farklı yöntemlerle dünya bazında kontrol altında tutulduğunu görüyoruz.
Emperyalizm çağı olarak da nitelenen 20.Yüzyılda, temel çelişme ulusal/milli devlet ile emperyalist devlet arasında oluşmuştur. Bu yüzyılda, kapitalist emperyalizmin tahtını üç büyük devrim sarsmıştır. Bunlardan Birincisi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki “Ulusal Türk Devrimi,” diğerleri sosyalist Sovyet ve Çin devrimleridir. Ulusal Türk Devrimi’nin lideri Atatürk dünyadaki sözkonusu çelişmeyi “Zalim ve Mazlum Milletler”, Sovyetler’in lideri Lenin ise “Ezilen ve Ezen Milletler” olarak özetlemişti.
Türkiye Cumhuriyeti savaş ve devrim ile kurulmuş “Genetiğinde antiemperyalist mücadele olan bir Ulusal Devlettir.” Tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik, olmazsa olmazı olan bir ulusal devlet olarak kurulmuş ve ekonomik olarak karma (Devlet-özel girişim) bir ekonomik modeli öngörmüştür. Sovyet sosyalizmi, kapitalizm karşısındaki rekabet sürecinde dağılarak ortadan kalkmış, Çin sosyalizmi ise Batı kapitalizmi ile ekonomik ve teknolojik işbirliği yapmak suretiyle bir anlamda evrilerek ve karma bir ekonomiye dönüşerek varlığını sürdürmüştür.
Türkiye ABD ile ilk ikili anlaşmayı 23.2.1945’te, ikincisini 27.2.1946’da imzalamıştır. Batı emperyalizmi, Türkiye’nin 19.yüzyıldan beri Avrupalı olma sevdasının ve Tanzimat kafasının bu konudaki zaafının bilincindedir. Bu nedenle, Atatürk’ün tam bağımsızlık ve anti emperyalizm konusundaki duyarlılığını paylaşmayan, çağdaş uygarlık ile Batı öykünmeciliğini karıştıran kadroların iktidara gelmesini istemekte ve bu tür kadroları desteklemektedir.
Belirtilen sebeple, Türkiye, 1958 yılında BM Genel Kurulu’nda Cezayir’in bağımsızlığı oylanırken, Cezayir ulusal kurtuluş savaşı önderlerinin Atatürk ve Türkiye’ye hayranlığını dikkate almaksızın, kendi bağımsızlık savaşının önemli mirasını da hiçe sayarak, Fransa’yı üzmemek için çekimser oy kullanmıştır.
Bu noktada vurgulamamız gereken bir başka gerçeklik sözkonusu; emperyalist ülkeler kendi işçisini, sanayicisini, çiftçisini, ulusal pazarlarını her zaman korumuşlardır. Bunu, gümrük duvarlarıyla, yasalarla, korumacı tedbirlerle, teşvik, destek ve subvansiyonlarla, yerli malı kullanılmasını özendirerek yapmışlardır. ABD’ndeki “Use American” veya “Buy American” İngiltere’deki “Proudly English” kampanyaları gibi kampanyalar benim yaşımda (55) olanlara ilkokul dönemimizde yaptığımız “Yerli Malı Haftası” çalışmalarını anımsatır anımsatmasına da, ne yazık ki, yaşı bizden genç olanlara çok bir şey ifade etmez…
Sovyetler Birliği’nin 90’lı yıllardaki dağılışını izleyen dönemde kapitalist emperyalizm, dünya bazında çok büyük bir saldırıya geçti. İki kutuplu dünyadan tek kutuplu (güç merkezli) dünyaya geçişle birlikte, emperyalizmin yeni bir proje başlattığını gördük; “Ulusal devletleri etnik ve dini temellerde çok parçalı hale dönüştürme projesi.” Yani “Küreselleşme.”
Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki “Soğuk Savaş”ı kapitalist taraf kazandı. ABD ve Avrupa kapitalistleri Doğu Bloku ve SSCB’nin yenilmesiyle önlerine açılan yeni piyasaların paylaşım savaşını büyük bir aç gözlülükle sürdürmekteler. Özellikle ABD, bu savaşta doğal olarak en büyük payı almayı garantilemiş durumda. Bu savaşın ilk kurbanı gelişmekte olan ulusal ekonomi ve ulusal pazarlardır. Ulusal kapitalist devlet, uluslararası mali sermaye karşısında geri çekilip dağılmaktadır. Ulusal devlet ve ekonomiler, uluslararası ve küresel çıkarlar karşısında kendi vatandaşlarının (sermaye ve emek yönünden) çıkarlarını savunamaz hale gelmişlerdir. Küresel mali/finans sermayesi, ulusal devlet ve şirket yöneticilerini adeta ücretli memurlarına dönüştürmeyi başarmıştır. Bu anlamda, küreselleşme kapsamında ulusal devlet, ulusal kültür ve ulusal ekonomiler daha da güçsüz hale getirilmeye ve parçalanarak yok edilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ise henüz milli/ulusal kalma savaşını sürdürmektedir.
Serbest rekabet ve piyasa ekonomisi masalı ardına sığınan neo-kapitalizm, yapısal olarak ürettiği krizler aracılığıyla sürekli olarak kamu kaynaklarının geniş toplum kesimleri aleyhine, küçük azınlıkların ise lehine kullanımını gerekli kılmaktadır. Sermaye giderek küresel hale gelirken, yöresel ve ulusal kalmaya mahkum edilen emek unsuru kazanımlarını yitiren bir görüntüdedir.
Küresel sistemin efendileri, kendilerine direnebilecek bağımsızlıkçı, halkçı, kamucu, toplumcu, ilerici, antiemperyalist, ulusalcı/milliyetçi, yurtsever/vatansever güçlerin en önemli yeşerme zemininin “Milli/Ulus Devlet” olduğunun bilincindedirler. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı ve ulusal egemenlikçi “Türkiye Cumhuriyeti ise herşeye rağmen hala direnmektedir.” İşte, tam bu bu nedenle de sürdürülmekte olan küreselci projenin en büyük hedeflerinden biridir.