Batı Avrupa ve İngiltere’de feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçiş sürecini konu alan bu makalemiz, aynı zamanda bir ekonomik tarih anlatısı olarak “Avrupa Kalkınma Hikayesi”nin de bir özeti mahiyetindedir.
Öncelikle ortaçağ ekonomisine bir göz atmak, feodal üretim tarzı dediğimiz ekonomik formasyona şekil veren üretim ilişkilerini ortaya koymak, sonra da İngiltere’den başlayarak diğer batı Avrupa ülkelerinde gerçekleşen “Sanayi Devrimi”nin temel dinamiklerini açıklamak, kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasıyla birlikte değişen dünya dengelerinde kapitalist sanayileşme faktörünün etkisini anlatmak istiyoruz.
Avrupa tarihinde feodalizm, Avrupa’nın kapitalist ekonomiye geçmesinden önce mevcut olan düzendir. Avrupa’daki feodal düzen, Osmanlı’daki ve Asya’nın büyük kısmındaki -aslında zaman zaman hatalı şekilde- feodal olarak nitelendirilen düzenlerden oldukça farklıdır. Avrupa dışında, sadece bir dönem Japonya’daki rejimi feodal olarak nitelendirmek ve batı Avrupa feodalizmi ile paralel görmek daha doğru bir yaklaşımdır.
Batı Avrupa’da, feodalizmden kapitalist, liberal ve anayasalı hukuk sistemine geçişte, merkezileşmiş mutlak monarşilerin oluşumu bir köprü rolü oynamıştır. Bu mutlak monarşilerin, içinde yeşerdikleri feodal sistemin geleneksel egemen sınıfları ile olan çatışmalarından iki yeni gelişme ortaya çıktığını görürüz:
Ulus ve ulusal kavramı bazındaki devlet örgütlenmesi,
Yasalı ve anayasalı hukuk sistemlerinin öne çıktığı devlet yapılanması sistemleri.
Batı Avrupa’ya özgü feodalizmden doğan kapitalizm kavramı bizi “Kapitalist Üretim Tarzı” olgusuna biraz daha yakından bakmak zorunda bırakıyor.
Bakalım neymiş?
1.BİR EKONOMİK SİSTEM OLARAK KAPİTALİST ÜRETİM TARZI
Kapitalizm, Batı Avrupa’da 16-18. YY’larda birkaç yüzyıllık bir süreçte ortaya çıkmış ve daha sonra dünyanın büyük bir kısmında egemen toplumsal, siyasal ve ekonomik sistem haline gelmiştir.
Kapitalist Piramit
Bu kadar uzun sürede oluşmasına ve üzerinden bugüne kadar da yine oldukça uzun bir zaman dilimi geçmesine karşın, kapitalizmin asıl niteliklerinin değerlendirilmesinde, ekonomistler ve ekonomi tarihçileri arasında farklı metodolojik yaklaşımlar sözkonusu olduğundan tam bir uzlaşmaya varılması mümkün bulunmamaktadır. Bu nedenle, öncelikle yazımızdaki metodolojik yaklaşım ve buna uygun terminoloji konusunda birkaç konuyu açıklığa kavuşturalım.
Ekonomik sistemlerle ilgili değerlendirmelerin “egemen üretim tarzlarına” göre yapılmasının en gerçekçi yaklaşım olduğu düşüncesindeyim. Bu anlamda, üretim tarzı kavramı, benim yönümden, üretici güçler ve toplumsal üretim ilişkileri tarafından şekillendirilen bir egemen ekonomik üretim yapısını ifade eder.
Üretim tarzının iki temel unsurundan biri olarak üretici güçler denildiğinde, bir toplumun üretim teknolojisini, yani, mevcut teknik bilgi, beceriler, örgütlenme biçimleri, üretimde kullanılan makine, alet-edevat ve binalardan söz ediyoruz demektir.
İkinci temel unsur olan üretim ilişkileri kavramı ise bir toplumda üretim yapanlar ile diğerleri arasındaki ya da üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki ilişkileri anlatır.
İnsanlık tarihine baktığımızda, sürekli üretimin gerektirdiği asgari gereklilikleri karşılamayı başaramayan üretim tarzlarının yok olduğunu görürüz. Dönemsel olarak başarılı görülen birçok üretim tarzı, koşullardaki değişimler sonucu, yerlerini koşullara daha uyumlu farklı üretim tarzlarına bırakarak ortadan kalkmışlardır.
O halde, üretim tarzlarının sürebilmesi için bir kısım özelliklere sahip olması gerekmektedir. Üretim tarzlarının başarılı ve sürekli olmasını etkileyen en önemli unsurlardan biri “toplumsal artık” yaratma kapasiteleridir. Toplumsal artık; “zorunlu maddi üretim maliyetleri çıkartıldıktan sonra maddi toplumsal üretimden arta kalan kısım”dır.
Üretim güçlerinin tarihsel gelişimi, daha büyük toplumsal artıklar üretmek amacıyla toplumsal üretim kapasitesinin sürekli olarak artmasının da tarihidir. Yani, başka bir deyişle, bu süreç, daha büyük toplumsal artıklar üretmede en başarılı olan modellerin diğerlerini ele geçirdiği, dönüştürdüğü ve yok ettiği bir tarihsel evrim sürecidir.
Bir kez daha yazalım; tarihsel ekonomik evrim sürecinde, oluşmuş hemen hemen bütün toplumsal organizasyonlarda insanların temelde iki ayrı gruba ayrıldıklarını görebiliyoruz:
Bir grupta, insanların büyük çoğunluğundan oluşan, zamanın ve yerin egemen üretim tarzına uygun şekilde üretimi bizzat gerçekleştirenler vardır. Bu grupta yer alanlar, üretilen ürünleri ve yukarıda değindiğimiz toplumsal artığı ortaya çıkartırken,
Diğer grupta, genellikle toplumsal artığa sahip olan/kontrol eden toplumun küçük bir azınlığı yer almaktadır.
Toplumsal üretim ilişkileri kavramıyla anlatılmak istenen de sözkonusu iki temel sınıf/grup arasındaki işte bu ilişkilerdir.
Kapitalizm öncesi Avrupa’ya geçmeden, bir üretim tarzı olarak kapitalist ekonomik sistemin esasını oluşturan temel unsurları da yazalım:
Piyasa için meta üretimi,
Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet egemenliği,
Emek gücünü ücret karşılığında satarak geçinmek zorunda olan büyük bir toplumsal grubun/sınıfın varlığı,
Bireysel kar maksimizasyonunu ve insanı rasyonel davranan haz otomatı olarak kabul eden bireysel düşünce kalıbının egemenliği.
Meta üretimi kavramını anlayabilmek için üretilmiş bütün ürünlerin kullanım ve mübadele değeri olmak üzere başlıca iki tür değerinin mevcut olduğunu bilmeliyiz.
Kullanım değeri, metaların insan ihtiyaçlarını karşılamasında kullanılması nedeniyle onlara verilen değerden doğarken, mübadele değeri, metaların piyasada para aracılığıyla alım-satıma konu edilebilme kabiliyetine sahip olmalarından doğmaktadır. İnsanlığın ekonomik evrimleşmesinin bütün aşamalarında “para ile mübadele edilen ürünlerin özgürce alınıp-satıldığı piyasalar” mevcut değildi. Dolayısıyla da, toplumların meta üretimi aşamasına gelebilmesi için sosyo-ekonomik yapıların belirli bir üretim tarzına evrimleşmesi gerekmekteydi.
Kapitalist sosyo-ekonomik yapının birincil özelliği, üretim güçlerinin, üretimlerini mübadele değerini esas alacak şekilde yapıyor olmalarıdır. Mübadele değeri esas alınarak yapılacak üretim karşılığında ürünlerin mübadele ve kullanım değerleri için piyasadan satın alınmasını sağlayacak bir ortak değer ölçüsüne ihtiyaç vardır ki, bu ortak değer ölçüsü “para”dır. Yaygın meta üretimi için para, en gerekli değer ölçüsü aracı olmak durumundadır.
Bu anlamda piyasa dediğimizde anlaşılması gereken, üretilen ürünlerin satıcıları ile kullanım ve mübadele edecekleri ürünleri satın almak isteyen alıcıların ortak değer ölçüsü parayı kullanmak suretiyle işlemlerini gerçekleştirdikleri ekonomik ortam olduğudur. Piyasa fiziksel olabilir, sanal olabilir vb.
Kapitalist üretim tarzının ikinci özelliği ise üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Yani, üretim biçimini (Toprak, hammadde, makine ve ekipman, sabit kıymetler ve teknolojinin üretimde ne şekilde kullanılacağı) belirleme hakkının esas olarak özel kişilere verilmiş olmasıdır. Ekonomik gelişme tarihinde, bu konudaki belirleme hakkını farklı örgütleyen ekonomik sistemler de mevcut olmuştur.
Kapitalist ekonomik üretim tarzında, üretimi yapan insanların büyük kısmı, üretim için ihtiyaç duydukları üretim araçlarına kendileri sahip olmayıp, bu üretim araçlarının mülkiyeti, toplumun küçük bir bölümünün elinde toplanmıştır. Biz üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulunduran bu küçük gruba kapitalist sınıf diyoruz.
Kapitalist sınıfın üretimdeki doğrudan veya dolaylı rolü, üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkını elinde bulundurmasından kaynaklanmakta ve böylece üretim araçlarına sahip olan bu sınıfın, üretilen bütün toplumsal artığı kontrol etmek suretiyle, kapitalist üretim modelinde egemen toplumsal/ekonomik sınıf olmasını sağlamaktadır.
Kapitalist üretim tarzının üçüncü tanımlayıcı özelliği, üretimde yer alan üretici güçlerin çok büyük bir kısmının, üretimde kullanılan araçlara sahip olmamasıdır. Bu durum, kapitalist ekonomik modelde, üretim araçlarının mülkiyetinin kapitalistlere ait olmasının mantıksal bir sonucudur. Sözkonusu mülkiyet hakkı öyle önemli bir haktır ki, o kapitalist, üretim sürecinde doğrudan yer almasa bile üretim araçlarını dolaylı şekilde kontrol edebilmektedir. Yani, bu mülkiyet hakkı nedeniyle kapitalist sınıf ortaya çıkan toplumsal artığı kendi kontrolünde tutabilmektedir.
Kapitalist üretim tarzında, geniş emekçi yığınların üzerinde kontrol gücünün bulunduğu tek meta, kendi çalışma kapasitesi, yani emek gücüdür. Bu nedenle, üretim faaliyetinde bulunabilmek için bir kapitalist işverene satmak zorunda olduğu kendi emek gücü onun tek sermayesi olarak da adlandırılmaktadır.
Kapitalist üretim modelinin önceki üretim tarzlarından ayrıldığı en önemli husus emek gücünü metaya dönüştürmesidir. Emek gücünün metaya dönüşmesinin en önemli sonucu; insanların büyük çoğunluğunun, metaları olan emek gücünü bir ücret karşılığında bir kapitalist işverene satmadıkça yaşamaları mümkün olmayan bir ekonomik modelde var olmak zorunda kalmalarıdır.
Bu üretim modeli içinde var olmak zorundaki geniş emekçi yığınları, sattıkları emek karşılığında ürettikleri metaların sadece bir kısmını, üretim araçlarını ve dolayısıyla da üretimin tamamını kontrollerinde tutan kapitalistlerden satın alabilirler. Ürettikleri metaların kapitalist sınıf tarafından kontrol edilen kalanı ise toplumsal ekonomik artık olarak kapitalist sınıfın tasarrufuna kalır.
Kapitalist üretim modelinin dördüncü özelliği, insanların çoğunluğunun bireyselci, açgözlü ve kar maksimizasyoncu bir davranış güdüsünün mevcut olmasıdır. Modelin başarılı şekilde işlemesi için bu gerekli bir güdüdür. İnsanı haz otomatı olarak gören ve gösteren bu yaklaşım, insan mutluluğunu, insan hazlarının tüketimi ile giderilen fiziksel tatmine bağlar. Haz otomatı olarak görülen geniş insan yığınlarının, daha çok tükettikçe daha çok mutlu olacağına yönelik algı oluşturur
Sonraki bölümde “Kapitalizm Öncesi Dönemde Avrupa’daki Egemen Üretim İlişkileri”ni biraz daha yakından ele alacağız.
2.KAPİTALİZM ÖNCESİ DÖNEMDE AVRUPA’DAKİ EGEMEN ÜRETİM İLİŞKİLERİ
2.1.KAPİTALİZM ÖNCESİ DÖNEMDE AVRUPA VE İNGİLTERE’DE ÜRETİM İLİŞKİLERİ
Kapitalizmin tarihsel gelişimini incelerken, ilk ortaya çıktığı coğrafi bölge olan İngiltere ve batı Avrupa’nın kapitalizm öncesi egemen sosyoekonomik sistemi olan feodalizmden söz etmemiz gerekmektedir. Yazımın sonraki kısımlarında, aksi belirtilmedikçe, bölge olarak Avrupa ve batı Avrupa kavramları İngiltere’yi (İrlanda ve İskoçya dahil) kapsar şekilde kullanılmıştır.
Eski Roma İmparatorluğu’nun batıdaki bölümünün 5.YY’daki çöküşü, Avrupa’yı bu büyük imparatorluğun sağlamakta olduğu kanunlardan ve korumadan yoksun bıraktı. Roma sonrası Avrupası’nda, serf yada köylünün, malikanenin lordu tarafından korunduğu, lordun da daha yukarı bir süzerene (kral, imparator) bağlanıp koruma aldığı, toprağa bağlı bir feodal hiyerarşik yapı bu boşluğu doldurdu.
Avrupa’da, ortaçağda kral ve soylu kişilerin (senyör-dük–kont), ellerinde bulunan arazileri, bağlılık yemini alarak kendilerine hizmet eden bağlılıklarındaki kişiler arasında bölüştürdükleri, feodalitenin temeli olan, “himaye” ve “tımar (fiyef)” sistemi ortaya çıkmıştı. Bağlılık yemini ederek himaye altına alınan kimseye “vassal”, himaye eden senyöre de “süzeren” denilirdi. Senyörler, bağlılıkları nedeniyle vassallara kira karşılığı toprakların işleme hakkını verirlerdi.
Senyörler, büyük, korunaklı şatolarda ve kalelerde yaşarlar, askeri birlikler tarafından korunurlardı. Feodal düzenin en önemli özelliklerinden biri de buydu. Feodalite bir rejim olarak ortaçağ Avrupası’na özgüydü. Kavimler Göçü’nün ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının bir sonucuydu. Feodal yapı, özünde, güçlülerin zayıfları yüksek bir fiyata koruduğu bir sistemdi. Para, yiyecek, emek şeklindeki ödemeler veya askeri bağlılık karşılığında, süzerenler vasallarına, bir anlamda tımar veya babadan oğula devam eden toprağı kullanma hakkı bağışlamaktaydı. En altta, toprağı işleyen serfler bulunmaktaydı. Toplumun büyük çoğunluğu yiyecek veya giyecek için zirai üretim yapmakta, yün veya giyim için koyun yetiştirmekteydi.
Ortaçağdaki ilişkilerin temeli, yönetimi sağlayan malikanenin adetlerinden oluşmaktaydı. Ortaçağda bir yasa sistemini uygulayacak güçlü merkezi bir otorite bulunmadığından, bütün ortaçağ örgütlenmesi, hiyerarşik yapıda karşılıklı yükümlülükler ve hizmetler temeline dayanmaktaydı. Toprağı tasarruf etmek ya da kullanmak; kişiyi, korunma karşılığında, adet olmuş hizmet ya da ödemelere yükümlü kılmaktaydı. Serf, ürünün bir kısmını lorda devretmekle ya da lord için fazladan çalışmakla yükümlü olduğu kadar, lord da serfi korumakla yükümlüydü.
Yazdık; tekrar edelim: Ortaçağın kırsal yaşamının temel iktisadi kurumu olan malikane sistemindeki üretim ilişkilerine baktığımızda, iki temel sınıfın mevcut olduğunu görürüz: Bir yanda soylu sınıf ya da malikanelerdeki lordlar, diğer yanda serfler (Latince köle anlamındaki servus sözcüğünden gelmekteydi). Serfler köle değildiler. Serbestçe bir mal gibi alınıp satılan köleden farklı olarak, serfin ne ailesinden ne de toprağından koparılabilmesi mümkündü. Serf, özünde lordun malikanesinin demirbaşı gibiydi. Malikane ile birlikte devredilebiliyordu. Belirtmek gerekir ki, çoğunlukla serflere hayli ağır ve pek kaçışı olmayan, değişen derecelerde yükümlülükler yükleniyordu.
Lord, aslında, toprağını işleyen ve malikanedeki adetlere göre vergisini ayni ya da parasal olarak ödeyen serflerin emeğiyle geçinmekte ve malikanesindeki adetlere göre koruma, gözetim ve adalet yönetimini sağlamaktaydı. Sistem karşılıklı yükümlülüklere dayanıyor gibi görünse de ekonomik ve siyasi iktidarın lordun elinde toplanmış olması nedeniyle, serfin her koşulda aşırı ölçüde sömürüldüğü bir sistemin söz konusu olduğunu da belirtmek daha gerçekçi bir değerlendirme olur.
Ortaçağda, batı Avrupa’daki en önemli kurumsal yapılardan bir diğeri de Katolik Kilisesi’ydi. Kilise, kesin bir şekilde zamanın en büyük toprak sahibi olarak en önemli üretim faktörü durumundaki toprağı kontrol etmekteydi. Piskopos ve başrahiplerin, feodal hiyerarşide kontlar ve düklerle hemen hemen aynı düzeyde bulunmalarına rağmen, önemli bir farklılık sözkonusuydu. Dünyevi lordların geçerli olan koşullara ve güç dengesine göre bağlılık gösterdikleri süzeren değişebilir nitelikteyken, dini lordların bağlılıkları esas olarak Roma’daki kiliseye karşıydı ve dolayısıyla da değişmez nitelikliydi. Ortaçağ boyunca, batı Avrupa’nın her yanında oldukça güçlü ve geniş bir etkiye sahip olan Katolik Kilisesi, güçlü bir merkezi hükümetin yokluğunda, en güçlü merkezi otorite benzeri kurumdu.
Böylece, bir yandan kilise, diğer yandan dünyevi soylu sınıf, ortaçağın büyük kısmında egemen durumdaki ayrıcalıklı sınıfları oluşturmakta, bu nedenle, zamanın en önemli üretim faktörü olan toprağı (ekonomik iktidar) ve bununla bağlantılı olarak siyasal iktidarı ellerinde tutmaktaydılar.
Ortaçağ Avrupa’sındaki bir diğer önemli ekonomik yapılanma, önemli imalat merkezi mahiyetindeki çok sayıda kasabaların varlığıydı. Bu kasabaların bir kısmı zaman içinde Avrupa’nın önemli sanayi şehirlerine dönüşecekti. Kasabalarda üretilen mamul mallar malikanelere satılmakta ve kimi zaman da uzun mesafeli ticarete konu olmaktaydı. Kasabalarda, zamanın egemen ekonomik kurumu ise loncalardı. Loncalar, neredeyse Roma İmparatorluğu kadar eski zamanlardan itibaren var olmuş zanaat, meslek ve ticaret birlikleriydi. Bir kimsenin herhangi bir mal ya da hizmet üretmek veya satmak istemesi durumunda bir loncaya girmesi zorunluydu. Loncalar, sadece ekonomik konularda değil, toplumsal ve dini konularda da etkin yapılar halindeydi. Üyelerinin bütün faaliyetleri -kişisel, toplumsal, dini ve ekonomik- loncalar tarafından kontrol edilmekteydi. Loncalar, metaların üretim ve satışını detaylı bir şekilde düzenlerken, üyelerinin maddi durumlarıyla (kar etmesiyle) ilgilendikleri kadar, onların manevi durumlarıyla (ruhlarının kurtarılması) da ilgilenmekteydiler. Üyelerin ruhlarının kurtarılması ise kilise öğretilerine ve adetlere dayalı düzenli bir hayat sürmeyi gerekli kılıyordu. Hal böyle olunca, loncalar ortaçağ kentlerinde statükoyu muhafaza etmek için oldukça güçlü etkiye sahip kurumlar haline gelmişlerdi.
Ekonomik üretim yönünden alındığında, ortaçağ toplumu esas olarak bir tarım toplumuydu. Toplumsal hiyerarşinin temelini bireylerin toprak ve toprağı elinde bulunduran kesimlerle olan bağları oluşturuyordu. Bu nedenle, yüzyıllar içinde ortaçağ feodalizminin çözülmesi ve kapitalizmin başlangıcı ile sonuçlanan sürecin hareket noktası tarımsal verimlilikteki artışlar olmuştur. Dolayısıyla, ortaçağdaki en önemli teknolojik ilerleme, ürün rotasyonundaki iki-tarlalı rotasyon sisteminin yerini üç-tarlalı rotasyon sisteminin almasıdır. Her ne kadar üç-tarlalı rotasyon sisteminin Avrupa’da ortaya çıkışının 8.YY gibi erken bir zamanda olduğu yönünde kanıtlar bulunsa da muhtemelen 11.YY’a kadar yaygın kullanımı söz konusu olmamıştı.
Bilindiği gibi aynı toprağın her yıl ekilmesinin toprağı tüketerek kısa sürede verimsiz hale getirmesi nedeniyle, iki-tarlalı rotasyon sistemi uygulanmış, toprağın yarısı ekilirken, diğer yarısı her yıl nadasa bırakılmaya başlanmıştı. Daha sonra, Avrupa’da üç-tarlalı rotasyon sistemine geçilmesiyle birlikte ekilebilir toprak üç eşit parçaya bölünmeye başlandı. Birinci tarlaya sonbaharda çavdar ya da kışlık buğday ekilmekteydi. İkinci tarlaya ilkbaharda yulaf, fasulye veya bezelye ekilirken, üçüncü tarla nadasa bırakılmaktaydı. Her yıl ekilecek ürünler bu şekilde rotasyona tabi tutuluyordu. Herhangi bir toprak parçasında, bir yıl sonbahar, sonraki yıl ilkbahar ekimi yapılırken, üçüncü yıl hiçbir şey ekilmiyordu. Zirai teknolojideki basit gibi görünen bu değişim sonucunda, üretimde çarpıcı bir artış gerçekleşti. Belirli bir zamanda aynı büyüklükte bir ekilebilir arazide işlenen toprak miktarı üç-tarlalı rotasyon sistemiyle %50 gibi bir miktarda artmıştı.
Üç-tarlalı rotasyon sistemi başka önemli değişikliklerin de yolunu açtı. Baharda yapılan yulaf ve diğer yem bitkileri ekimi, tarımda başlıca güç kaynağı olan öküzün yerini almaya başlayan atın daha çok sayıda beslenmesine imkan verdi. Atlar, öküzlere göre çok daha hızlıydı. Dolayısıyla, işlenen arazinin büyütülmesi mümkündü. İşlenen arazi miktarının artması, kırsal kesimin daha yoğun nüfus merkezlerini besleyebilmesini sağladı. İnsanların, metaların ve teçhizatın nakliyesi atlarla çok daha etkin hale geldi. Toprağın sürülmesinde de daha büyük bir etkinlik elde edilmişti.
Tarım alanındaki bu ilerlemeler, önemli ve geniş kapsamlı iki değişime zemin hazırladı: Birinci olarak; hızlı nüfus artışı olanaklı hale geldi. Avrupa nüfusu 10. ve 13.YY arasında ikiye katlandı. İkinci olarak; nüfustaki artışla ilişkili olan kentsel yoğunlaşmada hızlı artış meydana geldi. 10.YY’dan önce Akdeniz’deki birkaç ticaret merkezi dışında Avrupa’nın çoğu yalnızca malikaneler, köyler ve az sayıdaki küçük kasabadan oluşmaktayken, 13.YY’a gelindiğinde kentleşme ve daha büyük kasabalar ortaya çıkmıştı.
2.2.SERMAYE KAVRAMININ ANLAMI VE AVRUPA’DA SERMAYE BİRİKİMİNİN KAYNAKLARI
Sermaye, üretim, ticaret ve ilişkili faaliyetler için gerekli malzemeleri temsil eder. Aletlerden, ekipmanlardan, fabrikalardan, hammaddelerden, üretim sürecindeki mallardan, malların nakliyesini sağlayan araçlardan ve paradan oluşur. Bütün ekonomik sistemlerde maddi üretim araçları bulunmaktadır. Ancak, bunlar yalnızca meta üretimi ve özel mülkiyetin gerektirdiği toplumsal ilişkilerin var olduğu bir toplumsal bağlamda sermaye olurlar. Dolayısıyla sermaye, basit olarak ifade etmek gerekirse, fiziksel nesnelerden daha fazla bir şeyi, aynı zamanda karmaşık bir toplumsal ilişkiler kümesini temsil eder. Daha önce, kapitalist sistemin tanımlayıcı özelliklerinden birinin sermaye stokunu mülk edinmiş bir kapitalistler sınıfının varlığı olduğunu yazmıştım. Bu sınıf, sermayenin mülkiyetine sahip oldukları için kar elde eden bir sınıftır. Bu karlar, daha sonra tekrar üretime yatırılmakta ya da sermaye stokunu artırmak için kullanılmaktadır. Sermaye, daha çok biriktikçe daha çok kar getirir ve bu kar da daha çok birikim demektir.
İşte Kapitalizm terimi, bu kar arayışı ve birikim sistemini tanımlamaktadır. Sermayenin mülkiyeti, karların ve dolayısıyla daha fazla sermaye birikiminin kaynağıdır. Ancak, bu yumurta-tavuk sürecinin başlangıcındaki önemli sermaye birikimi ya da ilkel birikim, incelemekte olduğumuz dönem içinde gerçekleşmişti. Dolayısıyla, bu dönemde, sermaye birikiminin en önemli kaynakları:
Ticaret hacminin hızlı büyümesi ve uzun mesafeli ticaretin artması
Endüstrideki eve iş verme sistemi
Malikane ekonomisinin çöküşü
Çitleme hareketi
Reformasyon hareketi ya da Protestanlık ve bireyci ahlakın yükselişi
Sömürgecilik (Yağma, korsanlık, köle ticareti) ve fiyat devrimi
idi.
Kasabaların ve şehirlerin büyümesi, kent ile kır arasındaki uzmanlaşmayı daha ileri boyuta taşıdı. Kentli işçilerin toprakla olan bağlarının tamamen kopmasıyla mamul mal üretimi çarpıcı şekilde arttı. İmalatta ve ekonomik uzmanlaşmadaki artışla birlikte insan üretkenliğinde birçok yeni kazanımlar ortaya çıktı. Artan uzmanlaşmanın bir diğer önemli sonucu, bölgeler arası, uzun mesafeli ticaret ve bağlantılı faaliyetlerdeki artıştı.
2.3.FEODAL EKONOMİNİN ÇÖKÜŞÜNDE UZUN MESAFELİ TİCARETTEKİ ARTIŞIN ETKİSİ
Feodalizmden kapitalizme geçiş, batı Avrupa’daki ticari faaliyetlerdeki artışla çakışmış, feodalizmin çözülmesi ve kapitalizmin gelişmesinde önemli bir güç olmuşsa da, doğu Avrupa’da ticari faaliyetlerdeki artışlar, batı Avrupa’dakinin aksine feodal toplumsal ve iktisadi ilişkilerin sağlamlaştırılmasına ve kalıcılaşmasına katkıda bulunmuştur. Ticari faaliyetlerin Avrupa’nın batı ve doğusunda farklı etkiler doğurması, bu iki bölgenin feodalizmin tarihsel gelişiminin farklı aşamalarında bulunmasından kaynaklanmaktaydı. Doğu Avrupa’da feodalizm nispeten yeniyken, ekonomik sistemdeki hareketlilik daha fazla gelişme yönünde önemli bir potansiyel barındırıyordu. Bu anlamda, ticari faaliyetler feodal egemen sınıfın çıkarlarına mutlak biçimde tabi bir şekilde tutuluyordu. Oysa, batı Avrupa’da feodalizm tüm iktisadi potansiyeline ulaşmış ve muhtemelen son sınırlarına dayanmıştı.
Aslında batı Avrupa’da feodalizm, ticari faaliyetlerdeki büyük artış gerçekleşmeden çok önce çözülmeye başlamıştı. Verimlilikteki artışlara rağmen, feodalizmin çözülmesindeki ilk itici güç, toplumsal artığın hızlı bir şekilde büyümekte olan yönetici sınıfları beslemekte giderek yetersiz hale gelmesi olgusuydu. Bu durum, yönetici sınıf içinde giderek daha şiddetli anlaşmazlıklara neden oldu. Soylular sınıfının farklı kesimleri ve kilise içindeki bu keskin anlaşmazlıklar kapsamında ekonomik ilişkiler aşındırıcı ve istikrarsızlaştırıcı bir etken haline geldi. Ticaretin, özellikle de uzun mesafeli ticaretin yayılması, bunlara yönelik hizmet sunan ticaret ve sanayi kasabalarının kurulmasına yol açtı. Bu kasaba ve kentlerin büyüyerek ticari kapitalistlerin egemenliği altına girmesi, hem sanayi hem de tarımsal üretimde önemli değişimler ortaya çıkardı. Sonunda, bu iki alan -özellikle tarım- feodal ekonomik ve toplumsal yapıları bir arada tutan geleneksel bağların zayıflayıp, nihayetinde çözülmesine neden oldu.
Bilindiği gibi ticari faaliyetlerdeki kar maksimizasyonu amacı, sürekli olarak daha geniş pazarlara ihtiyaç yaratır. Pazarların daha genişletilebilmesi ve korunması ihtiyacı ise daha güçlü bir devlet mekanizmasını zorunlu kılar. Oysa, hükümranlık alanları nisbeten dar olan feodal beyliklerle dolu bir Avrupa ekonomisinde bu gerçekleşemezdi. Dolayısıyla, her biri ayrı siyasal ve ekonomik güç merkezi durumundaki feodal beyliklerin ortadan kaldırılarak, yerlerini çok daha geniş ekonomik, siyasal ve toplumsal pazarı kontrol edebilecek merkezi devlet (Ulus/millet bazlı) yönetimlerinin kurulması, ticari faaliyetleri kolaylaştıracak, ticaret hacminin artmasına katkı yapacak ve sahip olunan ticari pazarların etkin korunmasını sağlayabilecekti.
Araplarla ve kuzeyde Vikinglerle ticaretin gelişmesiyle, ihracata yönelik üretim artmış, 12.YY’dan 14.YY sonlarına kadar gelişmiş büyük ticaret fuarları ortaya çıkmıştı. Avrupa’nn başlıca ticaret şehirlerinde yılda bir kez açılan bu fuarlar, genellikle bir ya da birkaç hafta kadar sürmekteydi. Kuzey Avrupalı tüccarlar kendi tahıl, balık, yün, kumaş, kereste, zift, katran ve tuzlarını, güney Avrupa ticaretinin önde gelen kalemleri olan baharat, brokar, şarap, meyve, altın, gümüş ile mübadele etmekteydiler. 15.YY itibariyle, geçici fuarların bir kısmı kalıcı hale geldi. Bir kısmı, piyasaların yıl boyunca canlılığını koruduğu ticaret şehirlerine dönüştü. Bu şehirlerde yaygınlaşan/yoğunlaşan ticaret ve bağlantılı faaliyetler, kısıtlayıcı feodal adet ve geleneklerle uyumsuzluk içindeydi. Öncelikle şehirler, giderek kiliseden ve feodal lordlardan bağımsızlıklarını elde etmede başarılı oldular. Gelişen bu ticaret merkezlerinde kambiyo, borç, takas işlemleri ve kredi faaliyetleri şeklinde yeni ticari ve finansal sistemler ortaya çıkarken, ticaret senetleri gibi modern iş yaşamına temel oluşturan araçlar da yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Gelişen ticaret sisteminin ihtiyaç duyduğu, yeni ticaret hukuku sistemleri gelişti. Artık, malikane bağımlı paternalist hukuk, gelişen ticaret yaşamının gereklerini karşılamakta iyice yetersiz kalmaktaydı.
Malikaneler döneminin el sanatlarına dayalı sanayisindeki üretici (zanaat ustası), aynı zamanda satıcıydı. Buna karşılık yeni şehirlerde gelişen sanayiler, esas olarak, üreticinin nihai alıcıdan uzak olduğu, ihracata yönelik sanayilerdi. Zanaatçı mallarını tüccara toptan satıyor, tüccar da bunların taşımacılığını yapıp yeniden satıyordu. Bir diğer önemli fark da malikanedeki zanaatçının genellikle aynı zamanda çiftçi olmasıydı. Şehrin yeni zanaatçıları ise artık tamamen zanaatıyla uğraşmak üzere çiftçiliği terk etmiş durumdaydı; diğer ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabileceği parasal geliri de sadece zanaatı aracılığıyla elde etmekteydi.
2.4.HAÇLI SEFERLERİNİN FEODAL EKONOMİDEN KAPİTALİZME GİDEN SÜREÇTEKİ ANLAM VE ÖNEMİ
Katolik Kilisesi’nin başrolü aldığı Haçlı Seferleri 11.YY’dan itibaren ticari faaliyetlerin çarpıcı bir şekilde büyümesinde ilave bir itici güç etkisi oluşturdu. Ortaçağda geniş topraklara sahip durumda olan Katolik Kilisesi ile feodal beyler ve hükümdarlar arasında zaman zaman iktidar çatışmaları meydana gelmekteydi. Kilise, güç mücadelesinde daha da öne çıkmak ve Hristiyanlık adına etki alanını genişletmek amacıyla Haçlı seferlerinin düzenlenmesinde öncülük yapmıştır. Fakat, “Haçlı Seferleri” olayına materyalist tarih yaklaşımı yönünden bakamazsak, nedenlerini ve etkilerini tam olarak anlayamayız. Bu nedenle, haçlı seferleri üzerine birkaç önemli açıklama daha yazmam gerekiyor. Haçlı seferleri, Batı Avrupa feodallerinin doğu Akdeniz ülkelerine yaptıkları saldırı seferleridir. Batı Avrupa’da gelişen kentler ve ticari yaşam, bir yandan batı Avrupa toplumlarında önemli değişimler yaratırken, diğer yandan, bu toplumlar ile doğu Akdeniz’deki Müslüman ülkeler arasında süregiden ilişkilerin niteliği üzerinde önemli sonuçlar oluşturmaktaydı. Batı Avrupa’nın feodal ekonomisindeki feodal baskı ve sömürü sistemi, köylülerin bir kısmını, kendi durumlarını daha iyi hale getirecek çözümler aramaya zorlamaktaydı. Çözümlerden biri, köylülerin feodal baskıdan daha az etkilenecekleri kentlere ve işlenmemiş topraklara göç etmeleriydi. Bu bir Avrupa içi göç olgusuyla ortaya çıkmaktaydı. Diğer bir yol ise Avrupa dışında ekonomik olarak daha fazla özgür hareket edebilecekleri ve yoksulluktan kurtulabilecekleri yeni topraklara göç imkanlarını yaratabilmekti.
O zamanki yaygın anlatılara göre “Doğu’nun zenginliği masallara konuydu.” Doğu’nun zenginliği efsanesinin temel kaynağı da Kudüs’ü ziyaret eden Avrupalı hacıların ve Doğu ile ticaret yapan Avrupalı tüccarların abartılı anlatılarıydı. Dolayısıyla, Avrupalı yoksul ve baskı altındaki, başta köylüler olmak üzere bütün yoksul sınıflar için Doğu, zenginlik ve yeni özgürlükler dünyası demekti. Doğu, Avrupalı feodaller ve krallar için yeni güç ve zenginlik kaynağıydı. Avrupalı tüccarlar için ise egemen olunacak yeni piyasalar ve hammadde bölgeleri anlamına gelmekteydi. İlave olarak, bu dönemde Avrupa’da bir başka gelişme daha oluyordu. Avrupa feodalizmi, toprakların bölünmesini önlemek üzere miras hukukunda “Büyük Oğul Hakkı Yasası”nı egemen kılmıştı. Bu durum, büyük oğul dışındaki oğulların malsız-mülksüz kalmasına yol açıyordu. Böylece, Avrupa’nın bağrında malsız-mülksüz bir şövalyeler yığını oluşuyor ve bu şövalyeler zenginleşebilmek için yağmalayabilecekleri yeni toprak arayışı içerisine giriyorlardı.
Roma Katolik Kilisesi, haçlı seferlerini çok etkin şekilde destekledi. Çünkü, bir yandan Doğu Ortodoks Kilisesi’ni yok etmek istiyordu; diğer yandan, Doğu’da zorla Hristiyanlaştırılacak topraklar sayesinde yeni gelir kaynaklarına kavuşmayı umuyordu.
Görüldüğü gibi haçlı seferlerinin temel sebepleri içerisinde ekonomik ve siyasal olanlar dinsel olanlardan daha ağırlıklıdır. Katolik Kilisesi de bunu biliyordu. Geniş kitleleri seferlere dahil edebilmek ve ekonomik güdüleri ön planda göstermemek adına “Müslümanlara karşı yapılacak haçlı seferleri aracılığıyla İsa’nın mezarının(Kudüs) kurtarılması” sloganını ortaya atmakta fayda gördü. Böylece, doğunun yağmalanması temel amacı, Katolik Kilisesi tarafından “kafirlere karşı savaş” sloganının ardına gizlendi. 11 -13.YY arasında Orta Doğu ve Filistin’e yönelik sekiz haçlı Seferi düzenlendi. Bu seferlerin hiç biri Avrupalılara kesin zafer kazandırmamış olmakla birlikte, Avrupa’daki ekonomik, siyasal ve toplumsal yapının değişmesine zemin hazırlayan ciddi etkiler yapmıştır. Bu etkiler, özellikle zanaatkarların zenginleşmesi, yeni üretim yöntem ve teknikleri bulunup uygulanması, ticari faaliyetlerin yoğunlaşması, Avrupa’ya yeni bilgi ve servet transferi sağlanması bakımlarından önemlidir. Ticaretle uğraşanların ve zanaatkarların zenginleşmesi ise Avrupa genelinde ticari kapitalist sınıfın ortaya çıkarak güçlenmesine ve elde ettiği ekonomik iktidarı siyasi iktidara dönüştürme aşamasına gelmesine ortam hazırlamıştır.
2.5.KAPİTALİST SANAYİNİN ORTAYA ÇIKMASINDA EVE İŞ VERME SİSTEMİNİN ROLÜ
Ticaret ve bağlantılı faaliyetler canlandıkça, daha fazla miktarda mamul mala ve güvenilir (sürekli, belirli kalitede, belirli fiyatta, belirli zamanda, belirli miktarda) bir arza duyulan ihtiyaç, üretici süreçlerin tüccar-kapitalistlerce daha fazla kontrol edilmesine neden oldu. 16.YY itibariyle, zanaatçının atölye, aletler ve hammaddelerin mülkiyetini elinde bulundurduğu ve bağımsız küçük ölçekli bir girişimci gibi faaliyet gösterdiği zanaatçılık tipi sanayinin yerini, büyük ölçüde, eve iş verme sistemi almıştı. Eve iş verme sisteminin ilk dönemlerinde, tüccar-kapitalist, bağımsız bir zanaatçıya hammaddeleri sağlamakta ve bu malzemeyi nihai ürüne dönüştürmesi karşılığında kendisine bir ücret ödemekteydi. Yapılan iş bağımsız atölyelerde gerçekleştirilmekle beraber, kapitalist, üretimin tüm aşamalarında ürünün sahibi oluyordu. Eve iş verme sisteminin daha sonraki döneminde ise alet ve makinelerin yanısıra, genellikle üretimin gerçekleştiği bina da tüccar-kapitaliste ait hale geldi. Tüccar-kapitalist bu aletleri kullanması için işçi kiralamaya, onlara gerekli hammaddeleri sağlamaya ve bitmiş ürünün tamamını almaya başladı. Bu aşamada, artık işçinin bitmiş ürünü tüccara satması sözkonusu değildi. Bunun yerine, işçi, yalnızca kendi emek gücünü satmaktaydı. Eve iş verme sisteminin ilk geliştiği sanayilerden biri, tekstil endüstrisiydi. Dokumacılar, eğiriciler, çırpıcılar, boyayıcılar geçinebilmek için kendilerini tüccar-kapitalistlere bağımlı halde buldular. Kapitalistler de ürettirdikleri malları, işçi ücretlerinin ve her türlü üretim maliyetlerinin üzerine belirli bir kar ilavesiyle belirlenen fiyatlardan satmak zorundaki üretim süreçlerinin tam sahipleri (efendileri) haline geldiler. Böylelikle, üretim süreci, büyük ölçüde kapitalist sınıfın kontrolü altına girmiş oldu. Aynı zamanda, küçük bir miktarda ya da hiç sermayesi olmayan ve emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir iş gücü ortaya çıkmıştı. İşte bu iki özellik, ekonomik üretim sistemi olarak kapitalizmin ortaya çıkışının işaretini oluşturuyordu.
Kapitalistler ile işçiler arasında 16.YY’da ihracata yönelik sanayilerde var olan üretim ilişkileri, ekonomideki diğer sanayilerin önemli bölümüne yayıldığı zaman Avrupa’da kapitalist üretim tarzı egemen hale geldi. Böyle bir sistemin gelişebilmesi için feodal malikanenin ekonomik olarak kendine yeterliliğinin ortadan kalkması, malikanedeki adet ve geleneklerin yok olması ya da yıkılması gerekiyordu. Tarımın, işçilerin emek güçlerini kapitalistlere sattığı ve yalnızca eğer bu süreç içinde bir kar elde edebileceklerse kapitalistlerin emek gücü satın aldıkları bir kapitalist girişim haline gelmesi zorunluydu.
Elbette, bu gelişim düz bir çizgi şeklinde ilerlemedi.
Örneğin; 14.YY’da Floransa’da gelişen kapitalist tekstil endüstrisi olumsuz iş koşulları, yoksulluk içindeki işçi sınıfı ile bolluk içindeki kapitalist patronları arasında gerilimlere yol açtı. Bu gerilimlerin sonucu, 1379 ve 1382 yıllarındaki şiddetli ayaklanmalardı. Sonuçta, çözülemeyen sınıf karşıtlıkları, o dönemde Floransa’daki tekstil endüstrisinin ani çöküşüne yol açtı.
15.YY’a gelindiğinde, İngiltere’nin egemenliğinde olan bir dünya tekstil piyasası ortaya çıkmıştı. İngiltere’deki kapitalistleşen tekstil endüstrisindeki sınıf çatışması sorunu ise bu endüstrinin kırsal bölgeye taşınmasıyla Floransa’dakinden farklı bir şekilde evrimleşmekteydi. Oysa, Floransa’daki kapitalist tekstil endüstrisi, işçilerin bir araya gelerek örgütlü direniş başlatmalarının çok daha kolay olduğu, yoğun nüfusa sahip bir şehirdeyken, İngilizlerin dinkleme fabrikaları kırsal kesime yayılmış durumdaydı. Bu durum, yani, işçilerin, kendilerinden başka neredeyse bütün işçilerden yalıtılmış durumda olması, etkili ve yaygınlaşan bir örgütlü direnişin gelişememesi anlamına geliyordu. Ancak, zengin sermaye sahiplerinin mülksüz zanaatçıları istihdam ettiği bu sistem, aslında kırsal bölgelerden daha çok şehre ait bir olguydu. Başından itibaren, bu kapitalist girişimler, kendi ürünlerine olan talebi sömürebilecekleri tekelci bir konum (kar maksimizasyonu için gerekli olan) arayışındaydılar. Esnaf loncaları ya da tüccar-kapitalist işveren birlikleri, işveren konumlarını korumak amacıyla çeşitli yapısal engeller oluşturarak mevcut ayrıcalıklarını sürdürmeye yönelik tavır aldılar. Sözgelimi, zenginlerin erkek çocuklarına özel ayrıcalık ve muafiyetlerin tanındığı değişik türde çıraklık sistemleri, aşırı derecede yüksek üyelik ücretleri ve diğer engeller, daha yoksul, fakat hevesli zanaatçıların yeni kapitalist sınıfla rekabet etmesine ya da bu sınıfa dahil olmasına engel oldu. Aslında, bu engellerin en önemli sonucu, genellikle daha yoksul zanaatçılarla onların oğullarının yalnızca emek gücünü satarak yaşayan yeni kentli işçi sınıfına dönüşmesiydi.
2.6.MALİKANE EKONOMİSİNİN ÇÖKÜŞÜ
Kapitalist sistemin tam olarak ortaya çıkmasının öncesinde, kırsal ağırlıklı malikane ekonomisinin yükselen kapitalist piyasa güçleri tarafından ele geçirilmesi zorunluydu. Bu durum, yeni ticaret şehirlerindeki nüfus artışının bir sonucu olarak gerçekleşti. Büyük kentli nüfus ise yiyecek ve ihracata yönelik sanayilerin ihtiyaç duyduğu birçok hammadde yönünden kırsal kesime bağlıydı. Bu ihtiyaçlar, kır ve kent arasında bir uzmanlaşmanın ve kırdaki malikaneler ile şehirler arasındaki büyük bir ticaret akışının gelişimini teşvik etmişti. Malikane lordları, mamul ve lüks mallar için giderek şehir tüccarlarına daha çok bağımlı hale geldiler. Bu gelişmeye paralel olarak, malikanelerdeki köylüler de giderek elde ettikleri bir miktar artığı yerel tahıl pazarlarında para karşılığında mübadele edebilme imkanına kavuştular. Bu para, emek hizmetlerinin ikamesinin bedeli olarak kullanılabilirdi. Emeğin para ile ikamesinin sonucunda köylü, genellikle bağımsız küçük iş adamlığına doğru yaklaşmış olmaktaydı. Köylü, toprağı lorddan kiralayabilir, bu kira bedelini karşılamak için ürünü satabilir ve kalan bir kısım geliri biriktirebilirdi. Bu sistem, köylüleri üretim yapmaları için daha fazla teşvik ederken, giderek daha fazla miktarda artığın piyasaya sunulmasını da sağlamaktaydı. Böylece, üretimdeki temel örgütlenme şekli, malikanedeki geleneksel bağlar yerine, piyasa ve kar arayışının temel olduğu aşamalı bir tasfiye süreciyle dönüşüme uğradı.
Piyasanın kırsal kesime yayılmasını sağlayan bir başka gelişme, emek-rantın para-rant ile ikamesi ile yakından ilişkili olmak üzere lordlara ait “demesne” (serflerin karşılıksız olarak işlemekle yükümlü olduğu lorda ait topraklar) toprakların elden çıkarılmasıyla meydana geldi. Mamul ve lüks mallar satın alabilmek için giderek daha fazla nakde ihtiyaç duyan lordlar, emek hizmeti yükümlülüklerine dayanarak doğrudan işletmek yerine, kendi topraklarını çiftçi köylülere kiralamaya başladılar. Bu süreç, malikanenin lordunun giderek sadece toprak sahibi olduğu bir duruma yol açtı. Aslında, birçok lordun şehirlere taşınmayı tercih etmesi veya savaşmak üzere uzakta bulunmasıyla, lordlar, büyük çoğunlukla malının başında bulunmayan toprak sahiplerine dönüştüler.
Ancak, malikane sisteminin yıkılmasının sebepleri arasında, 14.YY sonlarında ve 15.YY başlarında yaşanan bir dizi felaket de bulunmaktaydı. Fransa ile İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşları (1337-1453), bu iki ülkede genel bir düzensizlik ve huzursuzluk yaratmıştı. Ardından başlayan Kara Veba salgını daha yıkıcıydı. 1348-49 veba salgını öncesinde İngiltere’nin nüfusu 4 milyon kadarken, 15.YY başlarında savaşların ve vebanın etkilerinden sonra 2.5 milyonun altına düşmüştü. Bu, Avrupa’nın diğer ülkelerinde gözlenen genel eğilimlerden çok farklı değildi. O dönemde, Avrupa’da nüfusun azalması ciddi bir emek kıtlığına yol açarken, her türden emeğin ücretinde keskin bir artış doğmasına da yol açmıştı. Artık nispeten bollaşmış olan toprak, daha ucuza kiralanabiliyordu.
Bu olgular, feodal soyluların, kendilerinin bahşettiği bir şey olan emeğin para ile ikamesini iptal etmesine ve serflerle köylülerin emek yükümlülüklerini geri getirmeye kalkmalarına neden oldu (köylüler, feodal kısıtlamalardan belli ölçüde bağımsızlaşmış ve özgürleşmiş olan daha öncenin serfleriydiler). Ancak, feodal soylular zamanın geri döndürülemiyeceğini, biraz zor da olsa anlamakta gecikmediler. Genişleyen piyasa dinamikleri kırsal kesimin içlerine kadar yayılmış olup, köylülere, öncekine göre daha fazla özgürlük, bağımsızlık ve refah getirmişti. Köylüler, eski yükümlülüklerin yeniden hayata geçirilmesi çabalarına karşı amansız bir şekilde direndiler.
Sonuç, 14.YY’dan 16.YY başlarına kadar Avrupa’nın tümünde patlak veren ünlü köylü isyanlarıydı. Bu ayaklanmalarda, köylü ayaklanmacıların ve ayaklanmayı bastırmak için soyluların uyguladığı gaddarlık ve vahşet son derece aşırı düzeydeydi. 14.YY sonlarında ve 15.YY’da İngiltere’de de bir dizi benzer isyan yaşandı. Ancak, 16.YY başlarında Almanya’da gerçekleşen isyanlar belki de içlerinde en kanlı olanıydı. 1524-25’deki köylü ayaklanması Kutsal Roma İmparatoru’nun birlikleri tarafından on binlerce köylünün kılıçtan geçirilmesiyle bastırılmıştı . Yalnızca Almanya’daki ayaklanmalarda 100 binden fazla insan öldürülmüştü.
Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nu da yazalım: kurulduğu ve yıkıldığı yıllar olan 962-1806 yılları arasında toplam 844 yıl boyunca tarihe konu olan ve Orta Avrupa’da hüküm sürmüş monarşik yapıdaki bir Alman Krallığıdır. İmparatorluk yönetim şekli olarak, tek elden yönetim yerine küçük devletçikler olarak hanedanların ortak yönetilmesini benimsemiştir. Bahsi geçen hanedanlardan Habsburg Hanedanı, Hohenzollern Hanedanı, Wettin Hanedanı, Wittelsbach Hanedanı, Oldenburg Hanedanı ülkeyi federal bir yapıda yönetmişlerdir. Ülke çoklu bir eyalet yapısına sahip olmasına rağmen Kutsal Roma Cermen İmparatoru sadece Habsburg Hanedanı’ndan seçilebilmiştir.İmparatorluk, kuruluş döneminde yönetim olarak Roma gelenekleri ve karakterlerini taşıdıklarını iddia etmiş ve bu şekilde güç kazanmaya ve Hıristiyan dünyasından destek almaya çalışmıştır. Fakat imparatorluk çoğunlukla Alman halkından oluştuğu için aslında gelecek çağın Almanya ve Avusturya devletlerinin temellerini oluşturmuştur.
Bir toplumsal sistemin ekonomik ve siyasi yapısındaki köklü değişikliklerin genellikle travmatik ve şiddetli toplumsal çatışmalar sonucu ortaya çıktığını göstermek için isyanlardan söz ettim. Ekonomik gelişmenin basit ve düz bir çizgi şeklinde gerçekleşmediğini, bir kez daha vurgulamak istedim. Bütün ekonomik sistemler, sahip oldukları ayrıcalıkların sistemin devamlılığına bağlı olduğu sınıf ya da sınıflar ortaya çıkartır. Bu sınıflar da doğal olarak, konumlarını korumak, değiştirmek ya da değişime direnmek için her türlü yola başvururlar. Feodal soylu sınıf, kapitalist piyasa sisteminin oluşmasına karşı şiddetli bir mücadeleye giriştiyse de yeni yükselen değişimin güçleri onları sonunda süpürüp attı.
16.YY başları Avrupa tarihi için dönüm noktasıdır ve eski çürümekte olan feodal düzen ile yükselmekte olan kapitalist sistem arasında bir sınır çizgisi oluşturur. 16.YY’da her biri diğerini güçlendiren ve hep birlikte kapitalist üretim tarzını müjdeleyen önemli toplumsal ve ekonomik değişimler meydana gelmeye başlamıştır. Sistemli bir şekilde üretim süreci üzerindeki her tür kontrolden uzaklaştırılan ve hayatta kalmanın tek yolu olarak emek gücünü satmak zorunda bırakılan işçi sınıfının yaratılmasını sağlayan değişiklikler bunların en önemlileriydi. Yüzelli yıl boyunca nispeten değişmeden kalmış olan batı Avrupa nüfusu, 16.YY’da yaklaşık olarak %35 oranında artmış ve 16.YY sonunda 70 milyona ulaşmıştı.
Özellikle İngiltere’de sürekli artan nakit ihtiyacıyla feodal soylu sınıf, daha önceleri hayvan otlatmak için ortak olarak kullanılan toprakların çevresini, hızla büyümekte olan İngiliz yünlü ve tekstil endüstrilerinin yün talebini karşılamayı teminen, koyun otlatmada kullanmak amacıyla kapatmaya ya da çitle çevirmeye başlamıştı. Çitleme hareketinin zirvesine 15.YY sonlarında ve 16.YY’da ulaşmasıyla birlikte, kimi bölgelerde kiracıların %75-90’ı gibi yüksek oranda bir kısmı, geçimlerini sağlamak için şehirlere gitmek üzere kırsal kesimi terk etmek zorunda kaldılar. Çitleme süreci, 19.YY’ın bir kısmı da dahil olmak üzere 300 yıldan daha uzun bir süre devam etti. Çitlemeler ve artan nüfus -topraksız, üretim araçlarından ya da teçhizatından yoksun ve satacak yalnızca emek gücü olan- yeni ve büyük bir iş gücü yaratmak suretiyle, İngiltere’de kalan feodal bağları ortadan kaldırmaya yol açan temel bir dinamik yarattı.
İngiltere’de 1640 (parlamento ile taç arasındaki mücadeledeki iç savaş ve birinci devrim) ve 1688 (Katolikliği kabul eden II.Charles’ın iktidardan indirilip, İngiltere Parlamentosu tarafından “Haklar Kanunu” ile İngiltere Krallığı’nın bir meşrutiyet olduğunun kanunlaşması) Burjuva Devrimleriyle kendi taleplerine yanıt veren bir devlet oluşturan büyük toprak sahipleri, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mülklerini genişletme ve çitleme faaliyetlerine hız vermişti. 1700 yılına gelindiğinde çitlemelerin %75’i tamamlanmıştı. Özellikle 1690-1750 yıllarında, köylü mülklerinin çok büyük bir bölümü büyük toprak sahiplerinin eline geçmişti.
Bu amaçla 1710 yılında ilk özel çitleme yasası Parlamentoya sunulmuştu. 1720-1750 yılları arasında Parlamento’dan 100’e yakın çitleme yasası geçmişti. 1750-1760 yılları arasında 139 yasa, 1760-1779 yılları arasında ise 900 yasa Parlamento’dan geçirilmişti. 1793-1815 yılları arasında bu hareket doruk noktasına ulaşmış ve 2000 çitleme yasası Parlamento tarafından onaylanmıştı. 18-19.YY çitleme yasalarıyla 6.5 milyon acre (1 acre = 4,05 dönüm) ortak tarla çitlenmişti. Bu alan İngiltere’nin toplam arazisinin yüzde 20’sini oluşturmaktaydı. Kimi bölgelerde ise çitlenen araziler mevcut arazilerin yarısına ulaşıyordu. Böylece, çitleme hareketleriyle feodalizmin iktisadi çözülmesi hızlanmış, toprak ve ona bağlı mülkiyet ilişkileri soylu ile köylüyü birbirine bağlayan bir harç olmaktan çıkmıştır. Sonuçta, 16.YY’a gelindiğinde, İngiltere’de feodalizm hukuki olarak varlığını sürdürse de, iktisadi olarak neredeyse ortadan kalkmıştır.
Şehirlere olan bu göç, kapitalist sanayiler için daha fazla emek; ordu ve donanmalar için daha çok asker, yeni toprakları sömürgeleştirmek için daha çok insan ve ürünler için daha çok sayıda potansiyel tüketici ya da müşteri anlamına geliyordu. Çitleme ve birleştirme yoluyla topraklarını genişleten çok sayıda toprak soylusu, topraklarını büyük yıllık yatırımlar yapan, büyük rantlar ödeyen ve ücretli tarım işçisi kullanan zengin çiftçilere kiralamaya başlamıştı. Böylece İngiliz tarımında, toprak sahibi, kapitalist kiracı ve ücretli emekçilerden oluşan üçlü ilişkiyle nitelenen tarıma dayalı kapitalist üretim ilişkileri egemen hale gelmişti
Özetlersek, 16. yüzyılın sonlarına doğru hız kazanan ve 19. yüzyıla kadar süren çitleme hareketi, toprak üzerinde geleneksel hakları ortadan kaldırarak, mutlak özel mülkiyeti getirmiş, tarımda bireyciliğin doğmasında önemli rol oynamıştır.
Çitlemelerin geleneksel iktisadi ve toplumsal yaşantıyı kökten değiştiren en önemli sonucu ise, feodal köylülerin serflik ilişkilerinin bağlarından kurtularak özgür emekçiler haline gelmesini sağlamak olmuştur. Çitlemeler sonucu çok sayıda köylünün topraklarından atılması ise gelişen kırsal endüstri ve büyük ölçekli kapitalist tarım için gerekli ucuz işgücünü sağlamıştır. 17. ve 18.YY tarımdaki uzmanlaşma nedeniyle sanayi ürünlerine ihtiyacın artması kırsal sanayiyi geliştirmiş, çitlemeler sonucunda yerlerinden edilmiş köylüler, giderek artan ölçüde bu alanda çalışmaya başlamıştır. Tarımda kapitalizmin gelişmesiyle, kırsal kendine yeterliliğin ortadan kalkması sanayi ürünleri pazarını genişletmiştir.
Sonuç olarak, İngiltere, tarımdaki mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü sonucunda, geniş ölçekli bir sanayi için gerekli iç pazarı ve serbest işgücünü sağlamış, yukarıda değindiğim 17.YY burjuva devrimleri ile de kapitalist gelişmeye hizmet edecek bir devlet ve yönetim yapısına kavuşmuştur.
2.8.REFORMASYON HAREKETİ YA DA PROTESTANLIK VE BİREYCİ AHLAKIN YÜKSELİŞİ
Martin Luther (1483-1546) “Reform Hareketi”nin lideridir. 1 Ekim 1517′de Wittenberg Kilisesinin kapısına çaktığı 95 teziyle Martin Luther, Katolik kilisesiyle karşı karşıya geldi. 1522 Yılında kendi “İncil Çevirisi”ni tamamladı. Bu İncil, yeni icat edilen matbaa ile ilk basılan kitap olmuştu ve “Luther İncil”i 500.000 adet basılarak özellikle batı ve kuzey Avrupa’ya dağıtılmıştı. O zamanki Avrupa’da okuma yazma bilen insan sayısı çok azdı. Çünkü, matbaa öncesinde okunabilecek materyal sayısı çok sınırlıydı. El yazması kitapları, genellikle, manastırlarda rahipler çoğaltırdı. Matbaa ile basılı materyal sayısında yaşanan büyük patlama sonucunda, insanların okuma-yazma bilme ihtiyacı da artmıştı. Konu ile ilgili değil, ancak yeri gelmişken yazayım; ortaçağ Avrupa şehirlerinde doğru dürüst sokak adlandırması da bulunmamaktaydı. Çünkü, bunları okuyabilecek insan sayısı çok azdı. Sadece, köprüler ve hanlar gibi yerleri gösteren yarı resimli levhalar ile çok temel bazı noktalarda işaretleme yapılırdı. Luther’in matbaa ile çok sayıda basılan İncil’i de bu nedenle, şehir ve kasaba meydanlarında toplanan insanlara okuma-yazma bilen az sayıda kişi tarafından yüksek sesle okunarak ulaşmıştır.
Devam edelim…
İngiltere’de kapitalizmin gelişmesindeki önemli dönüm noktalarından birisi de Reformasyon Hareketi’dir. Reformasyon hareketi, İngiliz Krallığı ile Roma Katolik Kilisesi arasındaki gerginliklerin iyice su yüzüne çıkması sonucu gündeme gelmiş, 1529-1540 yılları arasında, Kral VIII.Henry, burjuvazi ve parlamentonun desteğini arkasına alarak, Katolik kilisesinin İngiltere’deki topraklarına el koymuş ve bu toprakları piyasada satılmasını sağlamıştır.
VIII.Henry’nin 1534 yılında bir yasa ile feodal Avrupa’nın merkezi durumundaki Papalık ile bağlarını koparması ve kilise topraklarına el koyması, gelişen kapitalist ilişkilerin düzeyini yansıtan bir gelişme olmasının yanı sıra, kilise topraklarının satışı, ticari tarıma yönelen ve kapitalistleşen soyluların gücünü ve nüfuzunu artırmış, 18. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, köylülerin ve küçük kiracı çiftçilerin mülksüzleştirilmesi ile tarımda küçük mülkiyet büyük ölçüde ortadan kalkmıştı.
Özellikle, İngiltere’de köylülerin ve kiracı çiftçilerin mülksüzleştirilmesi, sosyo-ekonomik açıdan oldukça dramatik sonuçlar doğurmuştur. Yeni mülkiyet ilişkileri, köylünün kendi mülkiyeti ya da tasarrufu altındaki toprağında ailesinin beslenmesi için tarım yapma olanağını ve daha önce yararlandığı ortak topraklardan yararlanma hakkını bütünüyle ortadan kaldırmıştır.
Evet, bu bireyci ve orta sınıf felsefesinin en önemli örneklerinden biri de Reform hareketinden doğmuş olan Protestan teolojisiydi. Yeni orta sınıf kapitalistleri, yalnızca imalat ve ticareti sınırlayan ekonomik kısıtlamalardan değil, fakat aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin kendi güdüleri ve faaliyetlerine yüklemiş olduğu yığınla ahlaki utançtan da kurtulmak istiyordu. Protestanlık onları yalnızca dini suçlamalardan kurtarmakla kalmamış, fakat ortaçağ kilisesinin böylece hor gördüğü kendisini düşünmeye dayalı, bencil ve açgözlü güdüleri sonunda erdem haline getirmişti.
Orta sınıfın iş hayatındaki ihtiyaçlarına destek veren Protestanlığın temel yaklaşımı, insanların yaptıklarından çok inançlarıyla aklandıkları öğretisiydi. Katolik Kilisesi, insanların yaptıkları ile aklandıklarını söylemekteydi ki, bu genellikle törenler ve ritüeller anlamına geliyordu. Katolik kilisesine göre insanların aklanması yalnızca kendisinin hak edebileceği bir şey değildi. Yapılanlarla aklanma, bir bireyin kendisini kurtarabileceği anlamına gelmiyordu: Kendisinin ancak kilise aracılığıyla kurtulabileceği anlamına geliyordu. Ruhban sınıfının gücü de bundan kaynaklanmaktaydı. Günah çıkarma zorunluluğu, tüm topluma yüklenen kefaret, günahların bağışlanması olasılığıyla birlikte, rahiplere dehşet verici bir güç vermekteydi.
Aklanmanın inanca dayalı olduğu Protestan öğreti ise güdülerin belirli eylem ya da ritüellerden daha önemli olduğunu ileri sürmekteydi. İnanç “kalbin doğruluğundan başka bir şey değildi.” Herkes, eylemlerinin kaynağında saf bir kalbin ve Tanrı’ya inancın olup olmadığını keşfetmek için kendini sorgulamalıydı; yargılamayı herkes kendi yapmalıydı. Herkesin kişisel vicdanına güvene dayalı bu bireycilik, yeni orta sınıf zanaatçılar ve küçük tüccarlar için güçlü bir cazibeye sahipti.
16. ve 17.YY burjuva iş adamı kalbinin derinliklerine baktığında, Tanrı’nın oraya özel mülkiyet adına derin bir saygı eklemiş olduğunu keşfediyor, ekonomik faaliyetlerinin eski kilisenin geleneksel hukukuyla çelişiyor olsa da Tanrı’ya karşı gelmek olmadığını, hayli yapmacıksız ve güçlü bir şekilde hissediyordu.
Protestanların yeni iktisadi süreçlere ruhani bir anlam vermeye çalışmaları ve sonunda piyasa ve mübadeleyi tesis edenin Tanrı olduğuna inanmaya başlamaları, Tanrı’nın iradesinin bireyin kendi yorumuna bırakılması yönündeki bu ısrarın bir sonucudur. Yeni öğretiler, Tanrı’yı mutlu etmenin en iyi yolu olarak, bir kişinin dünyadaki mesleğinde iyi olması gerekliliğini vurguluyor, özen ve çok çalışmanın altını çiziyorlardı. Hristiyan inanışında zenginliklere yönelik daha önceden var olan güvensizlik, müsrifliğin ve gereksiz sefahatin kınanmasına dönüştürülmüştü.
Gerek Calvin gerek Luther yeni orta sınıf kapitalistinin sözcüsü olmasalar da kapitalistler, böylece yeni dini bireyciliğin bağlamı içinde, zaman içinde “karların Tanrı’nın isteği, onun lütfunun bir işareti ve kişinin mesleğindeki başarısının bir kanıtı olarak görülmeye başlandığı” yeni bir din bulmuş oldular.
2.9.SÖMÜRGECİLİK (YAĞMA, KORSANLIK, KÖLE TİCARETİ) VE FİYAT DEVRİMİ
Kapitalizmin doğuş sürecinde 16.YY’da Avrupa çapında ortaya çıkan ve “Fiyat Devrimi” diye bilinen genel fiyat artışları da göreli fiyat yapısını değiştirerek, Keynes’in ifadesiyle bir “kâr enflasyonu” yaratarak istikrarlı bir sermaye birikimi kaynağı olmuştur.
İngiltere’de 1510-1580 yılları arasında tahıl fiyatları yaklaşık 2 kat, yün fiyatları yaklaşık 1 kat, tekstil ürünleri (yünlü dokuma) fiyatları ise 1,5 kat artmıştır. Görüldüğü gibi, genel olarak sanayi ürünlerinin fiyatlarındaki artış tarım ürünleri fiyatlarındaki artışın gerisinde kalmıştır. 16.yüzyıl boyunca fiyatlardaki mutlak ve göreli değişmeler toplumsal piramidi de farklılaştırmıştır. Yüzyıl boyunca, uzun dönemli kira sözleşmelerinin önemli ölçüde geçerliliğini sürdürmeye devam etmesi nedeniyle toprak rantları reel olarak azalmış ve rant gelirlerinden beslenen yüksek feodal aristokrasi yoksullaşmıştır.Öte yandan, ücretlerdeki artışların genel fiyat artışlarının altında kalması da kır ve kent yoksullarını büyük bir sefalete sürüklemiştir.Tarım ve sanayi ürünleri fiyatları arasındaki ilişkinin tarım ürünleri lehine seyretmesi ve ücretlerdeki artışın fiyatlardaki artışın gerisinde kalması nedeniyle gerçek ücretlerin düşük olması, yüzyıl boyunca piyasaya yönelik üretim yapan kapitalist tarımcı sınıflar için oldukça olumlu bir konjonktür oluşturmuştur. Bu koşullar, küçük ölçekli meta üretimine dayalı bir birikim sürecini destekleyerek, tarımdaki üretkenliğin istikrarlı bir şekilde artmasını sağlamıştır. Başka bir ifadeyle, İngiltere’de kapitalizmin gelişmesinde, küçük ölçekli meta üretimi ve bu üretime dayanan küçük ölçekli birikim önemli bir rol oynamıştır.
İnsanların çok daha uzak mesafelerde, çok daha doğru şekilde gemi yolculuğu yapmasını sağlayan teleskop ve pusula, “Araştırma Çağı”nın öncüsüydüler. Avrupalılar çok geçmeden Hindistan’a, Afrika’ya ve Amerikalara giden deniz yolu haritasını çıkardılar. Bu keşiflerin önemi iki yönlüydü: birinci olarak, Avrupa’ya hızlı ve büyük miktarda değerli maden akışı sağladılar ve ikinci olarak, sömürgecilik dönemini başlattılar.
14. ve 15.YY arasında Avrupa’daki altın ve gümüş üretimi durağan hale gelmişti. Hızla büyüyen kapitalist ticaret ve piyasa sisteminin genişlemesi, mutlak bir para kıtlığına neden olmuştu. Para esas olarak altın ve gümüş sikkeden oluştuğu için bu madenlere büyük bir ihtiyaç duyuluyordu. Bu durum, Portekizlilerin Afrika’daki Altın Sahili’nde (Gold Coast) altın çıkarmaya başlamalarıyla 1450 civarından itibaren belli ölçüde hafiflemişti. Ancak, genelde var olan kıtlık 16.YY ortalarına kadar devam etti. Bu tarihten itibaren Amerikalardan öyle büyük miktarda altın ve gümüş akışı oldu ki, Avrupa’da tarihin en hızlı ve en uzun süreli enflasyonu yaşandı.
16.YY süresince Avrupa’da fiyatlar seçilen ülke ya da bölgeye bağlı olmak üzere %150-400 oranında yükseldi. Mamul malların fiyatları, rantlardan ve ücretlerden çok daha hızlı arttı. Aslında, fiyatlarla ücretler arasındaki fark, 17.YY sonlarına kadar devam etti. Bu hem toprak sahibi (ya da feodal soylu) sınıfın hem de işçi sınıfının, harcamaları gelirlerine göre daha hızlı arttığı için zarar görmesi demekti. Fiyat devriminin yararını en çok gören kapitalist sınıftı. Bu sınıf daha düşük reel ücretler ödediği ve satın aldığı malzemelerin değeri bunları stok olarak tuttuğu süre boyunca büyük ölçüde arttığı için giderek daha büyük karlar elde etmekteydi.
Bütün bu gelişmeler sonucunda, İngiltere, Fransa, İspanya ve Aşağı Ülkeler’deki (Belçika ve Hollanda) büyük şehirler, 16.YY sonları ve 17.YY başları itibariyle sadece ticaretin değil, fakat aynı zamanda imalatın da çoğunu kontrol eden tüccar kapitalistlerin hakim olduğu, gelişen kapitalist ekonomilere dönüşmüşlerdi. Modern ulus devletlerde monarklar ve kapitalistler koalisyonu, birçok önemli alanda feodal soyluların elinden zorla alarak etkili bir iktidarın sahibi olmuşlardı. Özellikle de üretim ve ticaret ile ilgili alanlarda.
Bütün bu ekonomik dinamiklerin tetiklediği Sanayi Devrimi’ne doğru giden Avrupa’da egemen olan ticari kapitalizmin, sanayi kapitalizmine evrilmesi için yeni ve uygun bir ekonomik düşünce sistemine ihtiyaç vardı. Bu erken dönem kapitalistleşen ortamın egemen iktisadi düşünce sistemine “merkantilizm” adını veriyoruz.
Sonraki bölüm ise merkantilizm ve sömürgeciliğin Avrupa’daki sanayi devrimine etkilerini biraz daha iyi anlamamıza yardım edecek.
3.AVRUPA SANAYİLEŞMESİNDE KAPİTALİST ÜRETİM TARZI, MERKANTİLİST ANLAYIŞ VE SÖMÜRGECİLİĞİN ÖNEMİ
1.Bölümde “Kapitalist Üretim Tarzı”nın hangi anlama geldiğini ve neden önemli olduğunu açıklamıştık. 2.Bölümde kapitalizm öncesi dönemde Avrupa’daki ekonomik üretim ilişkilerini, genel olarak sermaye kavramının anlamını, feodal ekonominin çöküşünün ve kapitalist üretim tarzının ortaya çıkışının temel dinamiklerini ele aldık.
Bu bölümde ise “merkantilizm nedir, kapitalist üretim tarzı ve Avrupa ulus devletleri ile ne ilgisi vardır, Avrupa sanayileşmesini nasıl etkilemiş ve bu gelişmelerin Avrupa sömürgeciliğini bir ekonomik zenginleşme yöntemi olarak nasıl ortaya çıkarmış olduğuna” yakından bakacağız. Sonrasında, Avrupa tipi bir sanayileşme örneği olarak İngiliz ekonomi tarihindeki zenginleşme öyküsünün temel taşlarına dokunarak ilerlemeye devam edecek ve bir serbest ticaret masalı olarak Afyon savaşları örneğini anlatarak yazımıza son vereceğiz.
Bu arada, yazımızın içinde Osmanlı ekonomisinin anti-merkantil yaklaşımlarını ele alan ayrı bir bölüm de var.
Biraz uzun, ancak oldukça faydalı bir yazı okuyor olacağınızdan lütfen emin olun.
Detaylarını yazmadan, feodal dünya düzenini değiştiren cinin şişeden nasıl çıktığına genel olarak bakalım.
15.YY’da Avrupalıların gerçekleştirdiği “Coğrafi Keşifler”e kadar dünyanın uygarlık merkezi Asya kıtasıydı. Asya, sadece uygarlık merkezi olmakla kalmıyor, Avrupa ile yapılan ekonomik ticarette de ekonomik fazla veriyordu. Coğrafi keşifler sonucunda bulunan yeni kaynaklardan Avrupa’ya değerli maden (altın ve gümüş) akmaya başlayıncaya kadar Avrupa’da büyük bir para darlığı hüküm sürmekteydi.
Tam miktarı için farklı kaynaklarda farklı rakamlar olmakla birlikte, bir fikir vermesi açısından yazalım: 15-18.YY arasındaki dönemde Amerika kıtasından Avrupa’ya akışı sağlanan değerli maden miktarı; 2.5 milyon kilo civarında altın, 100 milyon kilo civarında gümüştür.
O zamanın ekonomilerinin, değerli madenden oluşan para sistemleri üzerinden döndüğünü unutmadan, para darlığı içerisindeki Avrupa ekonomisine yaklaşık 300 yıllık bir süre içerisinde (sadece bir kaynaktan) akışı sağlanan böyle büyük miktardaki madenlerin dolaşımdaki para miktarını patlatmasının, mevcut ekonomik ortamda çok önemli devrimsel değişiklikler meydana gelmesinin başlıca sebeplerinden biri olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Gelen madenlerin çok önemli bir kısmının para basımına gittiğini, 16-17.YY arasında Avrupa’da 1 milyar dolar civarında ilave para basılmış olduğunu ve 17.YY’da Avrupa ekonomisinde dolaşımdaki para miktarının yaklaşık 12 kat arttığını da ilave edelim.
Para arzındaki bu hızlı artış nedeniyle, Avrupa’da yüksek enflasyonlu bir ekonomik ortam ortaya çıkmıştı. Yani, para bollaşınca karşılığında alınabilecek malların paraya göre değeri artmıştı. İşte buna “fiyat devrimi” denilir. Sözkonusu fiyat devriminin meydana gelişiyle ilgili olarak, 1990’lı yıllara kadar paranın miktar teorisi ağırlıklı yaklaşımlar öne çıkarken, sonrasında paranın dolaşım hızı ve artan kredili-ticari ilişkileri öne çıkaran görüşlerin iktisatçılar arasında daha fazla kabul görmekte olduğunu da vurgulamakta fayda var. Bence olayın özünü çok değiştirmiyor…
Ekonomide bir fiyat devrimi olduğunda, toplumu oluşturan farklı unsurların bundan aynı şekilde etkilenmesi beklenemez. Her ekonomik unsur, her sınıf konumuna göre farklı derecelerde etkilenir.
Avrupa’da da genel olarak böyle oldu. Örneğin, sabit gelirli devlet bu fiyat devrimine dolaşımdaki parayı tağşiş ederek cevap verdi. Yani, para içindeki kıymetli maden miktarını düşürerek, daha az değerli maden içeren yeni para ile piyasadaki artan mal fiyatlarını dengelemek istedi. Kötü para iyi parayı kovdu (Gresham Kanunu). İyi para içindeki değerli madenler bir grubun zenginleşmesine gitti. Örneğin, toprak sahipleri (senyörler), topraklarının kiralama bedellerini yükselttiler. Köylüler, aynı toprakta ekip-biçmeye daha fazla kira ödemek zorunda kaldılar. Köylü daha yoksul hale geldi. Köylülerin bir kısmı yeni kirayı ödeme gücü olmadığı için feodal haklarından vazgeçerek toprağını terk etti. Örneğin, toprak sahibi, köylülerin boşaltmasından ya da paraya ihtiyacı olduğundan yükselen fiyattan toprağını sattı. Örneğin, böyle bir para devrimi olduğunda, geliri sabit olmayıp, artan fiyatları anında malın fiyatına yansıtabilen gelir grupları daha da gelişti. Tüccarlar ve para ticareti yapan tefeciler/bankerler gibi gruplar böyle bir ekonomik ortamdan çok karlı çıktılar.
Evet efendim; Avrupa’da tam da böyle oldu. Para, bu ekonomik devrimden farklı etkilenen çeşitli toplumsal-ekonomik gruplar arasında farklı şekilde el değiştirdi, para devrimi ile ticaret devrimi birbirini tetikledi, para ve servet öncekinden farklı şekilde yeniden dağıtıldı. Önce para ve servet yeniden dağıtıldı, sonra da yeniden dağıtılan o para ve servetten en fazla olumlu etkilenenlerin siyasal iktidara egemen olmalarıyla siyasal güç dengeleri değişti.
Fiyat devriminin yanısıra, gemi inşaatı ve denizcilikteki teknik ilerlemeler, taşımacılık faaliyetlerinde deniz yolu kullanımının payını çok büyütmüştü. Dolayısıyla, bu dönemde kapitalist üretimde, öncelikle ticaret ve ilişkili faaliyetlerin odağındaki kapitalist sınıf (elinde para toplanan orta sınıf ya da burjuvazi) yavaş, fakat kararlı bir şekilde ekonomik ve toplumsal sistemin egemen sınıfı haline gelmekteydi. Artık, Avrupa’da soyluların egemenliğinin yeni yükselen işte bu burjuva sınıfı tarafından ele geçirileceği yeni bir değişim süreci başlamıştı.
Ortaçağ ve feodalizmin ardından, hızla ekonomik ve toplumsal egemenliği eline geçirmeye başlayan bu burjuvazi, ulus (=milli) devletlerin ortaya çıkışında hem önemli rol oynamış, hem de yeni ortaya çıkan ulus devlet modeliyle birlikte gelişmeye devam etmiştir. Şimdi Avrupa’da monarkların, feodal rakiplerini alt etme ve devleti tek bir merkezi iktidar altında birleştirme çabalarında destek olarak genellikle burjuvaziden (kapitalistlerden) yararlandıkları bir geçiş dönemi yaşanıyordu.
Böylece kurulan yeni ittifak, dönemin monarklarına en çok ihtiyaç duydukları ekonomik desteği sağlarken, Avrupalı burjuvaları/kapitalistleri de feodalizmin bölünmüş pazarlarından, birbirinden farklı kurallarından, düzenlemelerinden, kanunlarından, ölçülerinden, paralarından kurtararak, kar maksimizasyoncu ekonomik girişim ve gelişmelerine güçlü askeri koruma sağladı. Avrupa’da feodalizmin yıkılmasıyla birlikte yükselen yeni “Ulus devlet=Güçlü devlet=Güçlü ekonomi=Güçlü pazar=Güçlü emek piyasası=Güçlü ordu” demekti. Benim “Güçlü” yazdığım yerlere “büyük” sözcüğünü de yazabilirsiniz.
İngiltere’nin resmi birliğinin oluşumu çok daha önce olsa da VII. Henry (1485-1509) Tudor monarklar soyunu kurana kadar İngiltere’nin gerçek birliği tam anlamıyla sağlanmış değildi. Ardından gelen VIII. Henry (1509-1547) ve I.Elizabeth (1558-1603) yönetimlerinde ulus anlayışının egemen oluş sürecinin tamamlanabilmesi, ancak, kontlukların ve kentlerin orta sınıflarını temsil eden temsilcilerin oluşturduğu “İngiliz Parlamentosu”nun da oluşum ve desteği ile mümkün hale geldi. İngiliz Parlamentosu’nun ya da burjuva orta sınıfların üstünlüğünün tam olarak kurulmasının genellikle 1648 ve 1688 devrimleriyle 17.YY’da gerçekleştiği kabul edilir.
Avrupa’daki diğer önemli kapitalist ulusal devletler de yine bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. Charlemagne sonrasında Fransa’nın ulusal birliğini etkili bir şekilde sağlayan ilk kral; 15.YY’da XI.Louis (1461-1483) idi.
1469 yılında Aragon’lu Ferdinand ile Kastilya’lı Isabella’nın evliliği ve ardından Mağribileri yenilgiye uğratmaları, 15.YY’da İspanya’nın ulusal birliğini sağladı.
Avrupa’daki ilk önemli ulus devletlerin dördüncüsü ise tahakkümü altında oldukları İspanyolları 1690’da kovarak 15.YY’da bağımsızlığını kazanan Felemenk Cumhuriyeti’ydi. Felemenk Cumhuriyeti denildiğinde okuyucunun duraksadığını tahmin ederek bir küçük açıklamaya yer verelim: “Avrupa’da Ren Irmağı deltası çevresindeki “Çukur Ülkeler” (Alçak Ülkeler, Aşağı Ülkeler) olarak anılan, şimdiki Hollanda ile Belçika’nın kurulmasına kadar varlığını sürdüren çeşitli kontluk ve dukalıklar ile sonradan doğan devlete 1830 yıllarına kadar verilmiş olan addır. Gerek Avrupa ve gerekse de Osmanlı tarihinde Felemenk terimi, 16.YY ortalarından başlayarak Burgonya Dukalığı çevresini meydana getiren 17 eyaleti içeren geniş bir bölgeyi tanımlar. Sözkonusu topraklar, başta Hollanda olmak üzere, Belçika, Lüksemburg, Fransa ve Almanya’nın bir bölümünü kapsamaktaydı. O zamanlardaki Birleşmiş Hollanda Krallığı’nın yerini, sonradan daraltılmış şekilde bugünkü Hollanda Krallığı almıştır.
3.1.MERKANTİLİZM KAVRAMININ ANLAMI VE ÖNEMLİ MERKANTİLİST UYGULAMALAR
Merkantilizmin esası, “ülkenin, devlet kontrolünde ekonomik ve siyasal yönden büyümesini/güçlenmesini sağlayacak doğrultuda ekonomi politikası uygulanması” düşüncesine dayanır. Avrupa’da özellikle 15-18.YY arasındaki dönemde öne çıkan “devlet hazinesinin büyütülmesi amaçlı dış ticaret fazlası verilmesi ve ülke içindeki değerli maden miktarının arttırılması” politikalarının ortak adıdır. Aslında, merkantilizm için çağdaş kapitalizmin ilk aşaması sayılan “ticari kapitalizmin temel ekonomik felsefesidir” de denilir.
3.1.1.Merkantilizm’in Külçecilik Aşaması
Merkantilizmin “Külçecilik” olarak adlandırılan ilk aşaması, Avrupa’nın külçe altın ve gümüş kıtlığı yaşadığı, hızla büyüyen ticaret hacmi için yeterli para miktarının dolaşımda olmadığı bir dönemde ortaya çıkmıştı. Böyle bir dönemde külçeci politikaların temel amacı, ekonomiye değerli metal akışını artırmak ve ülkeye giren değerli metallerin yurt dışına çıkışını engellemek suretiyle ülkedeki değerli metal miktarının büyütülmesini sağlamaktı. Bu anlayış, Avrupa’da (genellikle 5-15.YY arasında sürdüğü kabul edilen Ortaçağ’ın sonlarından başlayarak) 15-17.YY’ arasındaki dönemde yaygındı.
Örneğin; Amerika’dan gelen altının büyük kısmının ait olduğu İspanya, o dönemde, külçeci kısıtlamaları en uzun sürdüren ülkeydi ve altın/gümüş ihracını ölümle cezalandırmaktaydı. Buna rağmen, yabancı metalar ithaliyle elde edilen kar öyle büyüktü ki, tüccar kapitalistler yine de rüşvet vererek ya da yasa dışı olarak büyük miktarda külçeyi yurt dışına kaçırıyorlardı. Sonuçta, İspanyol hazine gemileri ile (Kalyon) Amerika’dan getirilen büyük miktarda değerli metal külçelerinin önemli kısmının diğer Avrupa ülkelerine de ulaşması – daha önce açıklanan- uzun dönemli enflasyona neden olmuştu.
Yeri gelmişken, 16.YY’da tüm bunlara paralel bir “Deniz Korsanlığı” ekonomisinin ortaya çıktığını da belirtmek gerekiyor. İngiliz, Fransız ve Hollandalı korsan gemileri Güney Amerika’dan yağmaladıkları değerli madenleri taşıyan İspanyol hazine gemilerine saldırarak, taşıdıkları değerli madenlerin bir kısmını İspanya’ya girmeden ele geçiriyorlardı. Ganimetin belli bir oranının bağlı oldukları kraliyete bırakılması şartıyla gerçekleştirilen bu saldırılar, aslında görüntüde korsan gemilerinin kullanıldığı bir “askeri özel harekat” biçimiydi. 19.YY’a kadar bu “resmi” korsan gemileri Avrupa deniz filolarının büyük kısmını oluşturmuştu. Amerika’dan İspanya’ya gelen değerli madenlerin önemli bir kısmının, doğrudan diğer ülkeler kanalıyla Avrupa ekonomilerine kanalize edilmesinin yollarından önemli biri de buydu.
3.1.2.Merkantilizm’in Dış Ticaret Fazlası Yaratarak Zenginleşmeci Aşaması
Başlangıçtaki külçecilik aşamasından sonra, ülke içindeki altın ve gümüşü maksimize etme yönündeki anlayışın daha genişlediğini ve “lehte bir dış ticaret dengesi yaratma” şekline dönüştüğünü görürüz. Yani, “ekonomiye, ülke dışına çıkandan daha fazla miktarda para girişinin sağlanmasının” temel yaklaşım haline geldiğini…
Böylelikle, Avrupa’da, ülkenin zenginleşmesi amacıyla, mal ihracının yanısıra, gemicilik ve sigortacılık gibi faaliyetler de teşvik edilirken (ülke insanları yapıp yabancılar ödediğinde) dışarıdan mal ve hizmet alınmasına (mal ithalatı, gemicilik, sigortacılık için yabancılara ödeme yapılması) yönelik faaliyetlere kısıtlamalar getirildiği merkantil ekonomik uygulamaların görüldüğü bir dönem başladı.
3.1.3.Ticaret Tekellerinin Oluşturulması
Belirtilen dönemde, Avrupa ülkelerinin zenginlik arttırıcı merkantilist ekonomik yöntem olarak başvurduğu en önemli uygulamalardan bir diğeri de “Ticaret Tekelleri Oluşturulması”dır. Bir ülke ekonomisinde dış ticaret fazlası hedeflendiğinde; metaların İhraç değerlerinin artırılması ve ithal değerlerinin düşürülmesindeki en etkili yöntem buydu.
Bu politikanın en iyi uygulayıcısı ise İngilizlerdi. Rekabete girmiş birden çok sayıda İngiliz tüccarın işi kapma çabası içinde fiyatı yükseltmesindense, söz konusu yabancılar ile yalnızca tek bir İngiliz tüccarın pazarlık etmesi, ülkenin o malı en düşük fiyata satın almasını mümkün hale getirebilirdi. Benzer bir şekilde, İngiliz tüccarların mallarını yabancılara daha yüksek fiyata satabilmeleri, en iyi şekilde, diğerinin müşterisini çekmek için fiyatı düşüren birden çok satıcı yerine, sadece tek bir İngiliz satıcının olmasıyla mümkün olabilirdi. İngiliz merkezi otoritesi, bu tür bir tekelin kurulmuş olduğu her yerde, İngiliz tüccarlarının birbirleri ile rekabet etmelerini yasaklayabiliyordu.
Sonuçta, benzer anlayışla (Merkantilist) hareket eden değişik Avrupa ülkeleri, ticaret tekelini garanti altına almak üzere kendi kontrollerinde sömürge imparatorlukları kurarak, rakip ülkelerin yabancı tüccarlarını dışarıda tutmaya çalıştılar. Sahip olunan sömürgeler, böylelikle memlekete ucuz fiyatlı hammaddeler sağlarken, karşılığında pahalı fiyatlı mamul malların satıldığı pazarlar haline geldiler. Avrupa ülkelerinin uyguladıkları merkantilist politikaların en önemli sonuçlarından biri durumundaki büyük sömürgeleştirme yarışı hızla devam ederken, ticaret tekelleri kar maksimizasyonu için yoğun şekilde kullanılmıştır.
Bununla yetindiler mi?
Elbette hayır.
3.1.4.Dış Ticarette Koruyucu Düzenlemeler
Batı Avrupa ülkelerinin tümü (Hollanda hariç) tekel oluşturmanın yanında, “ihracat ve ithalat işlemlerinde geniş kapsamlı koruyucu düzenlemeler” de uygulamaya koydular. İhracatçılarına, yabancılarla rekabette zorlandıklarında vergi iadesinin yapıldığı ya da bu yetmezse sübvansiyon verildiği İngiltere, muhtemelen bu düzenlemelerin en kapsamlısına sahip olan ülkeydi. İngiltere içinde kalmalarını sağlamak için uzun bir listeden oluşan hammaddeler üzerine caydırıcı ihracat vergileri konuldu. Böylelikle, İngiliz imalatçı tüccarlarının bu hammaddeler için yapacağı ödemelerin minimum düzeyde tutulması amaçlandı. Arz yetersizliği halinde, devlet bunların ihracatını tamamen yasaklama yoluna da gidebiliyordu. Örneğin, İngiliz dokuma endüstrisi böyle bir koruma elde etmişti. 18.YY başlarında İngiltere’nin ihracatının yaklaşık yarısını dokuma endüstrisi oluşturuyordu. İngilizler, dokuma endüstrisinde kullanılan koyun, yün, iplik, bükme yün ve benzeri çoğu hammaddenin ihracatını yasaklamıştı.
Yine İngiltere’de, İthalatı caydırmaya yönelik önlemler de yaygın olarak kullanılıyordu. Doğrudan meta ithalatına getirilen yasaklamalar ve yüksek ithalat vergilendirmesi, özellikle önemli görülen ihraç sanayilerini, bunların yurt içindeki pazarlarını daraltma girişiminde bulunan yabancı rakiplerinden koruyacak şekilde son derece katı şekilde uygulanmaktaydı.
3.1.5.İngiliz Denizcilik Yasaları
17.YY’da “İngiliz Denizcilik Kanunları” gibi çok önemli merkantilist düzenlemeler sözkonusuydu. İthalat ve ihracatta İngiliz gemilerinin kullanılmasını teşvik etmeyi amaçlayan bu tür düzenlemeler, İngiltere’nin dünya denizciliğinde çok önemli paya sahip olmasına da büyük ölçüde hizmet eden fevkalade akılcı düzenlemelerdir.
Değerli okuyucuya fikir verebilmek adına sözkonusu denizcilik kanunlarını özetleyelim:
1651 ve 1660 yıllarında İngiltere’de uygulamaya konulan Denizcilik Yasaları ile İngiltere’den sömürgelerine ihraç edilen ve oralardan ülkeye ithal edilen malların İngiliz gemileriyle (İngiliz malı, İngiliz sahipli ve İngiliz çalışanlı) taşınması öngörülmekteydi. Bu yasalara göre, bazı sömürge ürünleri yalnız İngiltere’ye satılabilecekti. Belirlenmiş bir kısım mallar, diğer ülkelere gönderilmeden önce mutlaka İngiltere’ye getirileceklerdi. İngiltere dışındaki ülkelerden, İngiliz sömürgelerine mal ithalatı sınırlandırılmış veya tamamen yasaklanmıştı.
Sözkonusu uygulama, sömürgelerdeki mevcut sanayilerin gelişimini durdurmuş ya da tamamen yok etmişti. Bu politika ile İngiliz sömürgeleri, İngiltere için bir pazar, İngiltere sanayisinde kullanılacak ucuz hammadde kaynağı ve ucuz emek piyasası haline getirilmişti.
Evet, dediğimiz gibi bütün bu merkantilist düzenlemeler, ekonomiye para girişini arttırmak ve para çıkışını da azaltmak amacıyla yapılmıştı.
3.1.6.Avrupa’da Sanayi Devrimi – Ticari Kapitalizmden Sanayi Kapitalizmine Dönüşüm
Avrupa’daki feodalizm sonrası dönemde, güçlenen burjuva sınıfının ekonomik egemenliğini siyasal egemenliği ile pekiştirmesi olgusu, “Asya veya Doğu Toplumları”nın o dönemdeki ekonomik, sosyal ve siyasal tarihini şekillendiren dinamiklerden farklılık arz eder.
Avrupa’da, ticaret aracılığıyla zenginleşen burjuva sınıfı, önce şehirlerdeki yönetimi eline geçirdi. Yani, önce şehirlerdeki siyasal iktidara sahip oldu. Avrupa’da 18.YY’a kadar olan dönem, ticaret burjuvazisinin önemli ekonomik güç kazandığı bir dönem olmuştur. 18.YY ile birlikte İngiltere’den başlayan Sanayi Devrimi, ticaret burjuvazisinin yanına sanayi burjuvazisinin de eklemlenmesi sürecinin hızlanmasını sağladı. Avrupa’nın kırsal kesimlerinde üretilen malların, daha çok şehirlerde üretilen mallar ile mübadelesinden oluşan ticaret hadleri, genellikle tarım dışı ürünlerin lehine ve tarımsal ürünlerin aleyhine oluşmaktaydı. Bu nedenle, o dönemde şehirlilerle yapılan ticarette, şehirlilerin daha hızlı zenginleştiğini ve şehirlerdeki servet birikiminin daha hızlı olduğunu gözlüyoruz. Giderek şehirlerde ve yaşadığı ülkelerde ekonomik gücünü arttıran burjuva sınıfının, şehirlerde olduğu gibi ülke yönetiminde de kararlara katılmak istemesiyle siyasal egemenlik talebinin ortaya çıktığı görüldü.
Merkantilist ekonomik politikalar, yukarıda da değindiğimiz gibi ticaret ve sanayi burjuvazisinin kar maksimizasyonu hedeflerine ulaşmalarını sağlayabilecek nitelikte gitgide daha merkezi ve daha güçlü merkezi otorite ihtiyacını doğurmuştu. Daha güçlü merkezi otorite ihtiyacının karşılanması için de daha büyük pazarlara sahip olacak ve bu pazarları koruyabilecek güce sahip ulusal devlet (feodal devlet organizasyonlarından daha büyük sınır ve iç tutarlılığa sahip) organizasyonlarının ortaya çıkması bir gereklilik haline gelmişti.
Diğer bir deyişle, Avrupa burjuvajisinin kar maksimizasyonu amacına daha kolay ulaşabilmesinin yolu, o dönemde, feodal devlet organizasyonundan daha büyük sınırlara ve iç tutarlılığa sahip ulusal(=milli) devlet organizasyonlarına geçilmesini zorunlu kılıyordu.
Avrupa’da özellikle 15.YY’ın ikinci yarısından itibaren güçlenen ulusal devletlerin başındaki krallar, işte tam da bu nedenlerle, tüccarların/burjuvaların taleplerine uygun şekilde ulusal gelir/servet arttırıcı ticaret ve sanayiyi destekleyen, sıkı gümrüklü, ulusal ekonominin güçlendirilmesine birincil önem veren merkantilist ekonomik politikalar uygulamışlardır.
Böylece, Avrupa’da egemen hale gelen merkantil ekonomik politikalar, 18.YY’da gerçekleşen “İngiliz Sanayi Devrimi” ile ekonomik alanda ve ardından bütün dünya tarihini etkileyen “1789 Fransız Burjuva Devrimi” ile siyasal alanda devrimsel etkiler yaratacaktı. Yani, Avrupa’da feodal dönemde, kilise, feodal bey ve aristokrat monark arasında paylaşılan iktidar erki; giderek yeni ortaya çıkan burjuva/kapitalist sınıfın ekonomik gücünün siyasal güce dönüşmesiyle, önce ekonomik ve siyasal ortaklığı, sonra da ekonomik ve siyasal egemeni olmasıyla sonuçlanıyordu.
3.2.AVRUPA’NIN ZENGİNLEŞME VE SANAYİLEŞMESİNDE ÖNEM TAŞIYAN MERKANTİLİST EKONOMİK POLİTİKALARIN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Yukarıda temel dinamiklerini yazdığımız merkantilist politikaların temel özellikleri şunlardır:
Bir ülke ne kadar çok miktarda değerli madene sahip olursa o kadar zengin ve güçlü olduğu kabul edilmekteydi. Servetin, dolayısıyla ekonomik ve siyasal gücün kaynağı sayılan değerli maden varlığının büyütülmesi ise ülkenin sahip olduğu maden kaynaklarının tamamının ulusal zenginliği arttıracak şekilde işletime açılması, ülkeye dış ticaret fazlası veya dış talan yoluyla değerli maden girişinin sağlanması yollarıyla gerçekleştirilebilirdi. Devlet mekanizmasını yöneten merkezi otoritenin temel ekonomik görevi, değerli maden varlığını artırmak için her türlü önlemi almaktı. Bu anlamda, yeni maden kaynakları olan toprakların ele geçirilmesi, ekonomik olarak devletin süratle zenginleşmesini sağlamak için son derece önemliydi.
Ülke ekonomisinde dış ticaret fazlasının sağlanması için mal ve hizmet ithalatının kısıtlanması amacıyla devlet gerekli bütün önlemleri almalıydı. Bu nedenle, merkantil ekonomik politikalar kapsamında hammadde ihracatı yasaklanır, mamul madde ihracatı ise özendirilirdi. Acımasız bir örnek yazalım: İngiltere’de Kraliçe Elizabeth döneminde (1565-1566) canlı koyun ihracatı yasaklanmıştı. Bu yasağa uymayanların malları devlet tarafından ellerinden alınmakta ve sol elleri kesilerek, 1 yıl hapis ile cezalandırılmaktaydı. Tekrarında cezası ölümdü.
Merkantilist ekonomi uygulayan devlet, maden ihracatını engellemeli, mal ihraç ve ithalatını da dış ticaret fazlası yaratacak şekilde koruyacak şekilde gümrük vergileri ve denetim mekanizmaları uygulamalıydı.
Merkantilist düşünürler, ülke içinde kısıtlamasız serbest ticareti savunmuşlardı. İç ticaret serbestçe yapılmalı, bütün para miktarı dolaşıma sokulmalıydı ki, mevcut pazardan kar maksimizasyonuna yönelik yararlanılması tam olarak mümkün olsun.
Merkantilist düşüncenin etkisi altında kurumlaşan kapitalizm, etkin olduğu Batı Avrupa ülkelerinde, hemen daima milliyetçi/ulusal bir iktisadi politika uygulanmasını savunmuştu. Çünkü, bir ülkenin başka ülkelerle ilişkilerinde güçlü olması; dış pazarı koruyabilmesi ve mevcut pazarlarını büyütebilmesi için gerekliydi. Bu nedenle, ulusal gücü temsil eden merkezi otorite durumundaki devletin güçlü olması, merkantilistlerin savundukları önemli konulardan biriydi.
Devletin gücü, sahip olduğu toprak ve nüfusunun büyüklüğüne, karada ve denizde sahip olduğu askeri güce (sayı, teknoloji, eğitim, örgütlenme, yönetim) bağlı olduğu gibi, ülkenin sahip olduğu kıymetli maden miktarına bağlıydı. Bu maddede yazılanların hepsinin büyütülmesi devletin göreviydi. Büyük nüfusun sıkı şekilde bir arada tutulmasının ortak paydası olarak görülen ulus kültürü bazlı devlet yapılanması ise bu anlamda yetersiz kalan feodal yapılanmaya göre üstünlük taşıyan bir aşamaydı. Büyük toprak ve büyük nüfus, aynı zamanda büyük iç pazar demekti. Devletin temel görevi de iç ve dış pazarı büyütmeye gayret ederek kapitalizmin kar maksimizasyonuna uygun koşulları yaratmaktı.
Merkantlist düşünürler, devletin iktisadi faaliyetlere müdahalesini savunmuşlardı. Bu düşünürlere göre devlet ihracat hacmini artırmak için ülke sanayini düzenleyecek, gerektiğinde sanayi kuruluşları kuracak ve sanayi kesimini sıkı bir denetim altında bulunduracaktı. Sanayi mallarının kalitesini kontrol etmek ve ülkede ortak ölçü ve tartı birimlerinin kullanılmasını yaygınlaştırmak, devletin üstlenmesi öngörülen görevleri arasındaydı.
3.3.MERKANTİLİZMİN EKONOMİK ELEŞTİRİSİ
Aslına bakarsanız, ticari kapitalizmin doğuşuna ve yükselişine esas olan düşünsel temeli oluşturan merkantilist ekonomik politikalar, belirttiğimiz halleri ile fiilen geçerli oldukları üç yüz yıla yakın sürenin dışında da etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Günümüzdeki Avrupa ve ABD ekonomik düşünce ve politikaları üzerindeki etkileri ise inkar edilemez boyuttadır.
15.YY’da kağıt para yoktu. Madeni para, altın, gümüş gibi değerli madenlerden üretiliyor ve reel değeriyle işlem görüyordu. Altın ve gümüş rezervlerinin sınırlı miktarda olması, yani kıtlıkları bu metallerin esas değerini yaratıyordu. Ortak değişim aracı olarak kabul edilmeleri de bunlardan metal para yapılmasını mümkün hale getiriyordu. Sömürgelerden elde edilen altın ve gümüş doğrudan ülke zenginliğinin artmasını sağlamaktaydı.
Merkantilist düşünceye göre ithalat, ülkeden metal para/altın/gümüş çıkışına, dolayısıyla ülkenin fakirleşmesine yol açıyor, oysa ihracat bunun tam tersine ülkeye değerli metal girişine yol açarak zenginliğin artmasını sağlıyordu. Dolayısıyla, ihracatın ithalattan fazla olması gerekiyordu. Bu genel yaklaşım Avrupa devletlerini dış ticarete ve oradan giderek bütün ekonomik hayata müdahale etmeye yöneltmişti. Dış ticaretteki korumacılık yüksek gümrük duvarlarıyla ithalatın kısıtlanmasının yanında, çeşitli teşviklerle ihracatın özendirilmesine ve dolayısıyla dış ticaret fazlası elde edilmesi yaklaşımına dayanıyordu.
Bu yaklaşımın günümüzdeki yansımalarına bir örnek vermek gerekirse, hemen aklıma geleni: Günümüz ekonomilerinin uluslararası döviz rezervi biriktirmesi, bir noktaya kadar olası sıkıntılara karşılık tampon oluşturmak biçiminde nitelendirilebilirse de o noktadan sonrasını merkantilist geleneğin günümüze farklı biçimde yansıması olarak düşünebiliriz.
Yine, Batı ülkelerinin genelde izledikleri dış ticaret fazlası verme politikaları da o zamandan bugüne devam etmektedir. Buna istisna olan ABD ekonomisinin durumundaki farklılık ise doların dünya parası olmasıyla ilgilidir.
Aslında, ben burada, 15-18.YY arasında Avrupa’da uygulanmış olan tipik merkantilist ekonomik politikalara sonraki zamanlarda getirilen en önemli eleştirilere değineceğim.
Özellikle merkantilizmin ilk devirlerinde paraya verilen değerin abartıldığı ileri sürüldü. Klasik iktisatın kurucusu ve babası olarak kabul edilen Adam Smith(1723-1790) de bu itirazı yapan düşünür/iktisatçılardan biridir. Yazalım; Adam Smith’in, 1776 yılında “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabını yayınlaması, ekonomik düşünce tarihinde “Klasik Dönem” olarak adlandırılan ve 1873 yılında John Stuart Mill’in ölümüne kadar sürdüğü genel kabul gören dönemin de başlangıcı kabul edilir. Smith’in de yazdığı gibi kişiler için doğru olanın devlet ekonomisinin tümü için her zaman doğru olmadığı, paranın “kullanım değerinden” daha çok “mübadele değerinin” önem taşımasına karşın, merkantilistlerin bu hususu ihmal etmeleri eleştirilmiştir. Metal veya kağıt paranın (15.YY’da kağıt para yoktu) kullanım değeri neredeyse sıfırdır. Doğrudan doğruya bir ihtiyacı karşılayamazlar. Ancak para karşılığı ekonomide alınabilecek yeterli miktarda mal ve hizmet mevcutsa ekonomik bir değer taşırlar. Ekonomideki para miktarı artarken, satın alınabilecek mal ve hizmet miktarı sabit kalırsa, fiyatlar yükselecek ve paranın satın alma değeri düşecektir. Yani enflasyona neden olunacaktır.
Evet merkantilizm bu konuda yanılmıştır. Merkantilist ekonomik politikalar, değerli metallerin ülkeye girmesini teşvik ederek ve ekonomi içinde kalmasını sağlamaya çalışarak para değerinin otomatik olarak dengelenmesini önleyebiliyordu. Oysa, serbest ticaretin yaygın olduğu bir dünyada, bir ülkede para miktarı çoğaldığı zaman, fiyatlar yükselir, bu durumda fiyatların daha ucuz olduğu ülkelerden mal ithal edilerek, ithalat yapan ülkedeki para miktarının azalmasına yol açılarak tedavüldeki para miktarı ile mal miktarı arasındaki oranların korunması mümkün olabilirdi. Sonuçta, bu dönüşüm ile paranın değerinin düşmesi de mümkün hale gelirdi.
Merkantilistler, tarımı ikinci plana atmakla ve devletin ekonomiye müdahalesini savundukları için de eleştirilmişlerdir.
3.4.EKONOMİK DÜŞÜNCE TARİHİNDE MERKANTİLİST DÜŞÜNCE, ADAM SMITH VE KLASİK İKTİSADIN KAR VE EMEK GÖRÜŞÜNE KISA BAKIŞ
3.4.1.Merkantilistlerin Karın Oluşumu ve Kaynağına İlişkin Görüşleri
Devletin güçlenmesinin en iyi yolunun kapitalistlerin ya da yeni yükselen burjuva sınıfının karlarını artıracak politikalara destek vermek olduğunu düşünen merkantilistlerin, karın doğası ve kaynağı ile ilgili görüşlerine de bakmak gerekir.
3.4.1.1.Adam Smith Öncesi İktisadi Düşünce
Merkantilist dönemin başlarında, önemli bir miktardaki üretim, kullandıkları üretim araçlarının mülkiyet ve kontrolüne sahip olmaya devam eden üreticiler tarafından gerçekleştiriliyordu. O dönemin kapitalistlerinin de büyük bir kısmı sermayelerini çoğunlukla para ve satılacak mal stokunun oluşturduğu tüccarlardı. İşte tam bu nedenle, merkantilist yazarlar, “karın kaynağı olarak, üretim yerine daha çok alım-satım ya da mübadele işlemlerine” odaklanmışlardı.
Sanayi sermayesi, üretim için gerekli üretim araçlarının mülkiyetinden oluşurken, ticaret sermayesi, satın alma, ulaştırma ve satış araçlarının mülkiyetinden oluşmaktaydı. Başlangıçta, ticaret sermayesi yaygın ve önemli hale gelirken, sanayi sermayesi geri plandaydı. Dolayısıyla, merkantilist yazarlar da bir yanlış değerlendirme sonucu değil, gözledikleri bu durumun doğal bir yansıması olarak, üretim yerine, karın asıl kaynağı olarak mübadeleyi görüyorlardı.
3.4.1.2.Erken Dönem Merkantilistlerin Değer Ve Kar Üzerine Düşünceleri
Ticaret sermayesinin payına bir kar düşebilmesi, satılan metanın fiyatının, metanın üretilmesi, dağıtımı, depolanması, nakliyesi ve satışı için ödediği bütün bedele ilave olarak bir artık değeri kapsayacak düzeyde olmasıyla mümkündü. Ortaçağ düşünürlerinden itibaren; “bir metanın fiyatının, zanaatkarın dolaysız üretim maliyetlerini, zanaatkara geleneksel olarak uygun görülen bir hayat tarzına yetecek bir geliri ve harcadığı emek karşılığında hak ettiği emek değerini içerecek düzeyde olması” kabul edilmekteydi. Diğer bir deyişle, bir malın piyasaya arz fiyatının, zanaatkarın emeğine karşılık gelen uygun bir kazancı da kapsamak üzere “üretim maliyetleri” tarafından belirlendiği düşünülüyordu.
İlk dönem merkantilistlerinin, fiyatların (mübadele değeri) açıklanmasında, sözünü ettiğimiz üretim maliyeti yaklaşımından çok, satış konusuna odaklandıkları görülür. Değer teorisi konusundaki ilk dönem merkantilistleri üç önemli kavram üzerinde dururlar. Merkantilist yazarlardan Nicholas Barbon’dan (1640-1698) özetleyelim:
Ürünlerin piyasadaki değerleri ürünlerin fiyatlarıdır. Değer hakkında en iyi karar verici piyasadır. Eski kurala göre; şeyler ne kadara satılıyorsa o kadar etmektedir. Yani, “Valet Quantum Vendi Potest.”
Ürünlerin fiyatları bunlara duyulan ihtiyaç veya kullanışlılıklarının, bu ihtiyaçları karşılayacak miktarlarla birlikte hesaplanmasıyla oluşmaktadır.
Bütün malların değeri, bu malların kullanışlı olmasından doğmaktadır. Malların kullanışlılığı, insanların istek ve ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Bu malların pahalı ya da ucuz oluşu, onların bol ya da kıt oluşundandır.
Barbon döneminde karların esas olarak mübadele eylemi içerisinde ortaya çıktığı düşünülüyor ve başlıca iki önemli kaynaktan geldiği kabul ediliyordu:
Birinci olarak, 16-17.YY’larda Avrupa’daki enflasyon, genel olarak stoktaki malların değerinin önemli bir şekilde artmasına yol açmıştı. Tüccarların metaları satın aldıkları zaman ile sattıkları zaman arasındaki zaman farklılığı yüksek kar düzeyi yaratmıştı.
İkincisi, bir ülkenin veya dünyanın farklı bölgelerindeki üretim koşullarındaki farklılıklar, bu bölgeler arasındaki kaynak, teknoloji ve emek hareketliliğinin çok düşük olması olgusuyla birleşince, farklı bölgeler veya ülkeler arasında metaların nispi fiyatlarında önemli farklılıkların oluşmasına neden olmuştu. Tüccarlar, nispeten ucuz olduğu bir bölge veya ülkeden meta satın alıp, bu metayı nispeten pahalı olduğu bir bölge veya ülkede satarak kar elde edebilmekteydiler.
Sonuçta, “metaların değerinin, üretim koşulları yerine, piyasa fiyatına bağlı olarak kavranması” şaşırtıcı değildi. Dahası, piyasa fiyatları arasındaki farklılıkların, belirli metalara yönelik satın alma gönüllülüğünün ya da arzusunun bir sonucu olarak görülmesi de gayet normaldi.
Kapitalist tüccarlar arasındaki rekabetin doğal sonucu, metaların ucuza satıldığı bölgelerde talebinin, pahalı satıldığı bölgelerde de arzının artması suretiyle nispi fiyat farklılıklarının ve dolayısıyla karların azalma eğiliminde olmasıydı.
Bu durumda, ilk dönem merkantilistleri “meta arzını etkileyen koşullar üzerinde kontrol sağlamayı, yüksek kar elde edilebilmesi ve bunun sürdürülebilmesi” için başlıca yol olarak görüyorlardı.
Avrupa’da merkantilist dönemin başlangıç zamanlarındaki, merkantilist politikaların düşünsel savunmaları ile ortaçağın ekonomik düzenini destekleyen önceki dönemin düşünsel temelleri arasında bir devamlılık bulunmaktaydı. Sözkonusu düşünsel temelin özü; “Tanrının zenginleri, toplumların maddi refahının hayırsever bekçileri olarak seçtiği varsayımıyla, zenginlik ve aşırı eşitsizlikleri haklı göstermeye yarayan paternalist Hıristiyan etiğine” dayanmaktaydı. Bu düşünsel temelin simge kurumu ise Katolik Kilisesi’ydi.
Burjuva sınıfı ve kapitalist üretim tarzı yükselirken, Katolik Kilisesi de giderek Avrupa’da güç kaybetmeye başlamıştı. Bu gelişme sonucunda, merkantilist dönemdeki düşünür ve ekonomi yazarları tarafından yeni düzenin toplumsal refahını gözetmede yetkili esas kurum olarak “ulusal devlet” görülmeye başlandı.
İngiltere’nin VIII. Henry hükümdarlığında, Roma Katolikliği’nden kesin olarak ayrılması, İngiltere için ortaçağ kilisesinin işlevlerinin dünyevileştirilmesinin son aşamasına gelindiğini göstermekteydi. Henry yönetimi altında, İngiltere’de güçlenen merkezi otorite olarak devlet, “Tanrı’nın hükümdarlığının dünyadaki düzeninin esas koruyucusu olarak, eski evrensel kilisenin sahip olduğu rol ve işlevleri” üstlendi. Fakat, İngiltere’de Henry’nin yanısıra, I.Elizabeth, I.James, ve I.Charles’ın (1558-1649) hükümdarlık dönemlerinde de süren yoksulluk kaynaklı yaygın bir toplumsal huzursuzluk sözkonusuydu. Yoksulluğun temel nedeni ise çitleme hareketi ve daha önce yazdığımız diğer ekonomik gelişmelerdi.
Merkantilistler, ülke içindeki ticaretten çok dış ticareti teşvik etmeyi amaçlayan önlemlerden yanaydı. Çünkü, bunun istihdama, ulusun zenginliğine ve ulusal güce daha çok katkıda bulunacağını düşünmekteydiler.
Bu dönemde sanayiyi teşvik etmek için alınan diğer önlemler arasında, tekel patentlerinin çıkarılması sayılabilir. İngiltere’de bu anlamda önemli ilk patent I.Elizabeth’in hükümdarlığı sırasında 1561 yılında verilmişti.
Patent haklarının Avrupa sanayileşmesindeki etkilerini, aşağıda ayrı bir başlık altında daha geniş olarak ele alacağız.
3.4.1.3.Sonraki Dönem Merkantilist Düşünce
Kapitalist üretim tarzı Avrupa’da egemenliğini pekiştirdikçe iki ekonomik gelişme merkantilist anlayışın yetersiz görülmesine neden oldu:
Büyük ticaret şirketlerinin tekelini korumaya yönelik çabalarına rağmen, ticaretin yayılması ve rekabetin artması, farklı uluslar ve bölgeler arasında var olan nispi fiyat farklılıklarını sürekli olarak azalttığından, fiyat farklılıklarından yararlanarak elde edilen karlar da düşüyordu.
Fiyat farklılıklarından kaynaklanan potansiyel karlar azaldıkça, kapitalistlerin hem üretim hem de ticari süreçler üzerindeki kontrollerinin daha fazla bütünleştirilmesi imkanları araştırılmaya başlandı.
Kapitalist üretim tarzına geçişteki önemli gelişmelerden biri de tüccarların eve iş verme sistemini yaratmak suretiyle üretim üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmayı başarmalarıydı. Sonrasında yeni ve çok daha devrimci bir gelişme ortaya çıktı. Daha 16. YY’da Avrupa’da zanaat loncaları, lonca ustalarının statü ve gelirlerini korumak amacıyla usta olabilecek çırak ve kalfaları sayıca sınırlandırarak nispeten kapalı sistemler haline gelmişlerdi. Zamanla birçok loncada ustalar, çırakları ve kalfalarıyla yan yana çalışan emekçiler olmaktan çıkıp, üretim sürecini giderek daha çok örgütleyen ve kontrol eden bir konuma sahip oldular. Ustalar işveren ve kapitalist haline gelirken, kalfalar da usta olma yönünde beklentisi düşük ya da hiç olmayan işçilere dönüştüler.
Bu üretici kapitalistler 17.YY başları itibariyle ticaret alanına kaymaya başladılar. Kısa zamanda bunlar İngiltere’nin ekonomik hayatının merkezinde önemli bir güç oluşturdular. Kapitalist sınıfın bu yeni bölmesinin çıkarları, eski tüccar kapitalistlerin çıkarlarıyla daha başından sık sık çelişmekteydi.
Belirttiğimiz bu ekonomik değişimler, ekonomi anlayışında da çok önemli değişimlere yol açmıştı.
Bu kapsamda, devlete ve devlet düzenlemesine ilişkin eski paternalist bakışa karşı çıkan yeni bir bireycilik felsefesi oluşurken, fiyatların ve karların arz ve talep güçlerince ve özellikle fayda tarafından belirlendiği şeklindeki görüşten, fiyatların üretim koşulları tarafından belirlendiği ve karın üretim sürecinde ortaya çıktığı görüşüne doğru bir anlayış değişikliği oluştu.
17.YY sonlarına gelindiğinde, özellikle zanaat loncalarından küçük kapitalistlere dönüşen çok sayıda burjuva mevcuttu. Bunlar, bir yandan, zamanın büyük ticaret şirketlerinin çıkarlarına hizmet eden merkantilist kısıtlamaları karlarını azaltıcı nitelikte görüyor ve kar maksimizasyoncu arayışlarında çok daha özgür bir ekonomik ortam özlemi içinde bulunuyor; diğer yandan da para kazanma hırsını, açgözlülüğü ve zenginlik biriktirme arzusunu suçlayıcı bir düşünce olarak ele alan Katolik Hıristiyanlık yaklaşımından vicdani rahatsızlık duyuyorlardı.
Hızla yükselen kapitalist üretim tarzının ortaya çıkardığı üretim ilişkileri ağı ve kendini önceleyen, açgözlü davranış biçiminin egemen olmasını gerektiren kar maksimizasyoncu ekonomik yapının insan doğasına ve doğal düzene en uygun yapı olduğunu savunan yeni teoriler de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Dönemin düşünür, filozof ve toplum teorisyenleri, insanları eyleme geçiren en önemli güdülerin, bencil niteliktekiler olduğunu savunmaya başladılar.
Çoğu kapitalist ya da kapitalistlerin çalışanı durumundaki merkantilist düşünürlerin, kapitalistlerin kar maksimizasyoncu temel güdü ve yaklaşımlarını evrensel değerler olarak algılamaları ve göstermeye çalışmaları da kaçınılmazdı.
Böylece, kapitalist sınıfın insanın doğasına yönelik bireysel çıkar anlayışı ve kapsamlı ekonomik kısıtlamalardan kurtulma ihtiyacından kaynaklanan “klasik liberalizmin bireycilik felsefesi” ortaya çıktı. Avrupa’nın feodal toplumdan miras aldığı gayet kurallı paternalist görüşe karşı yükselen kapitalist sınıfın çıkarına çok daha uygun olan, “insanın bağımsız, kendini idare eden, özerk ve özgür olması gerektiği; yani, bir birey olması, toplumsal yığın içinde kaybolmuş değil, ondan ayrışmış bir birim olması gerektiği görüşü” egemen görüş haline geldi.
3.4.1.4.İktisadın Babası Adam Smith Ve Klasik İktisat Teorisyenlerinin Emek Ve Kar Konusundaki Temel Görüşleri
Böylelikle, kapitalist sistemin mahiyetinin, yapısının ve işleyişinin bütünlüklü ve nispeten tutarlı, soyut bir modelini geliştirmiş olan Adam Smith (1723-1790) dönemine gelmiş oluyoruz.
“İktisatın Babası” sayılan Adam Smith, sanayi sermayesinin hak ettiği “kar” ile “ücret” ve toprak sahibinin “rantı” ile ticaret sermayesinin “karı” arasında net bir ayrım yapan ilk önemli iktisatçıdır. Smith, ayrıca, kendi zamanındaki en önemli 3 toplumsal sınıfa, yani, kapitalistler, toprak sahipleri ve emek gücünü satmadığı sürece yaşaması mümkün olmayan “özgür” emekçilere karşılık gelen başlıca 3 fonksiyonel gelir kategorisi olarak kar, rant ve ücret olgusunun önemini ilk takdir eden iktisatçıdır da.
Smith, bütün toplumların geçmesi gereken iktisadi ve toplumsal gelişmenin dört ayrı evresi olduğunu düşünmekteydi: avcılık, çobanlık, tarım ve ticaret.
Toplumun her bir evredeki üretim ve bölüşüm yöntemlerini anlamak, toplumsal kurumlarını ve yönetimini anlamanın anahtarıydı. Feodal ekonomi, Smith’in üçüncü iktisadi gelişim aşaması olarak nitelendirdiği tarım toplumuydu. Dolayısıyla, bu dönemdeki en önemli iktisadi faaliyet tarım olurken, toprak sahipliği de toplumsal sınıfları ayrıştıran en önemli mülkiyet ilişkisi olmuştu. O dönemde büyük arazilere sahip olmak, ki bu durum önemli bir ekonomik güç sağlamaktaydı, toplumsal ve siyasi iktidarın kaynağını oluşturmaktaydı.
Smith, toplumsal gelişmenin ticari evresinin oluşumunun arkasındaki başlıca gücün, Avrupa’da şehirlerin yükselişi olduğunu yazar. Bu şehirler, dış ticarete bağımlı, ortaçağın tarım ekonomisinden büyük ölçüde bağımsız ekonomik birimlerdi.
Ortaçağ lordları, şehirlerden elde edebilecekleri rantlar ve diğer faydaları öngörerek bağımsız şehirlerin büyümesine destek verdiler. Smith’e göre dördüncü “ticaret” aşamasının temel ekonomik birimi durumundaki şehirlerde, üreticilerin daha önceki herhangi bir toplumsal gelişme evresinde olmadığı kadar özgür oldukları yeni bir sosyo – ekonomik ve siyasal ortam gelişmekteydi. Mülkiyet hakları genişlemiş, üreticilerin kendileri için zenginlik yaratmaya yönelik amaç gütmeleri için fırsat doğmuştu. Böylece, daha büyük bir özgürlük ve güvence ortamı, insani dürtülerin en güçlülerinden biri olan maddi zenginlik biriktirme arzusunu serbest bırakmıştı. İşte bu, Adam Smith’in, insan toplumunun en yüksek ve en ilerici biçimi olduğunu düşündüğü ticari ya da kapitalist toplum aşamasını ortaya çıkarmıştı.
Adam Smith, 3 sınıftan değer ve zenginliğin tek yaratıcısının “emek sınıfı” olduğunu da görmüştü. Ve şöyle yazmıştı: “bir kez küçük bir sınıf üretim araçlarına sahip olduğunda, bu sınıf, mülkiyet hakları aracılığıyla işçinin ürettiğinin bir kısmını almadıkça, işçinin üretim faaliyetini gerçekleştirmesine engel olma gücünü eline geçirmiş olur.”
Adam Smith, sınıfsal ayrımın dayandığı başlıca temelin; “toprak ve sermayenin mülkiyeti” olduğunu net bir şekilde gördüğü gibi kapitalistlerin iktidarının, aynı zamanda birkaç başka nedeninin de olduğunu görmüştü: “zenginlikleri, kamuoyunu yönlendirme becerileri ve yönetim üzerindeki egemenlikleri.”
Smith’in bu fikirleri, David Ricardo (1772-1823) ve Karl Marx’a (1818-1883) gelişmiş emek değer teorileri oluşturmaları için temel oluşturacak mahiyetteydi.
Avrupa’daki sanayileşme ilerledikçe, “özgür” bir iş gücünün, yani, üretim için gerekli araçlar üzerindeki kontrolleri ellerinden alınmış ve emek gücünü/çalışma kapasitesini satmak zorunda bırakılmış önemli miktarda üreticinin yaratılmasıyla, kar elde etmek için bu üreticiler üzerinde denetim sağlamanın kilit nitelikte olduğu, giderek daha belirgin hale geldi.
Ne diyordu Daniel Defoe (A General History of Trade-1713): “zenginliği sağlayan ve ticareti bir ulus için karlı hale getiren insanların emek ve çabasıdır.”
Ya da William Petty (1623-1687): “yeterince zenginlik birikiminin, insanların çabası dışında bir yolla elde edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, insanlar her tür imalatı, denizciliği, zenginlikleri, işgalleri ve mutlak sömürgeleri gerçekleştirmede kendilerinden yararlanılabilen, başlıca, en temel ve değerli metalardır.”
Bu arada, kapitalist sanayi üretiminde, emek gücünün üretimin küçük bir kısmında uzmanlaşmasına ve üretim sürecinin giderek daha küçük iş parçalarına bölünmesine dayanan “iş bölümünün” geliştirilmesi, emek verimliliğinde (dolayısıyla da karlılıkta) önemli artışlar sağladı.
18.YY başlarındaki iktisat düşünürleri için artan verimlilikte etkili olan iki önemli prensip sözkonusuydu:
Doğal kaynakları, kullanım değerine sahip metalar haline getiren emek kullanımıydı.
Metalar arasındaki mübadele, aslında bu metaların içerdiği uzmanlaşmış emeklerin mübadelesiydi.
Gelinen yer; “Klasik iktisatçıların emek değer teorisini kabul ettikleri” yerdi. Yani, “mübadele edilen metaların değerini düzenleyen, zorunlu olarak gereken ve üretimde ortak kabul edilen emek miktarıdır. Bunların alınır- satılırken sahip oldukları ve ortak bir para ile kıyaslanan değerini/fiyatını, kullanılan emek miktarı ile paranın ya da ortak ölçütün kıtlığı ya da bolluğu belirlemektedir.”
Yine klasik iktisat teorisine göre; “Meta fiyatının en önemli belirleyeni emek ise karların kaynağının da emek olması gerektiği açıktır. Çünkü, kar alım-satım ile elde edilmektedir. Karların elde edilmesi, üretim sürecinin kontrolü aracılığıyla oluyorsa, o zaman, bu karların üretim için gerekli girdilere ödenen fiyat ile üretilen çıktı arasındaki farkı temsil etmesi de gereklidir.”
Kapitalizm, 16.YY’dan günümüze kadar geçirdiği çok büyük değişimlere karşın, Avrupa’daki egemen üretim biçimi haline geldiği zamanlardaki ekonomik, toplumsal, siyasal ve yasal temeller üzerinde durmayı halen de sürdürmektedir.
Okuduğunuz bölüm sözkonusu temellerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için yazılmıştır.
3.5.OSMANLI EKONOMİSİ VE TÜRK EKONOMİK DEVRİMİNE MERKANTİLİST ANLAYIŞ YÖNÜNDEN BAKIŞ
Bu gelişmeler ve merkantil anlayış, Avrupa’daki “ulusal devlet” anlayışının sosyo-ekonomik bazda birleştirici altyapısını oluştururken, Avrupa’da egemen siyasal sistemler de mutlak monarşiden sınırlanmış monarşilere ve ulus egemenliği modellerine evriliyordu. Oysa, aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu ve Asya ekonomileri oldukça farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçler yaşamaktaydı.
Okuyucunun, Avrupa’da sözünü ettiğimiz dönemde uygulanan değerli metal, para ve dış ticaret fazlası yaratma amaçlı ekonomi politikalarını, Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki tamamen zıt yönlü ekonomik politikaları ve kapitülasyonları ile karşılaştırmalı olarak dikkate alması gerekmektedir.
Avrupa’daki kapitalist gelişim sürecinin temel dinamiklerinden çok farklı dinamiklerin etkisi altındaki Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da yükselen kapitalist üretim biçimi ve ulus bazlı devlet organizasyonları ile hızla dönüşen ekonomik, bilimsel/teknolojik, askeri, toplumsal ve siyasal yapılarla rekabet edemiyerek gerileme ve parçalanma sürecine girmişti. (1854 Yılındaki ilk dış borçlanmanın devamında 1875’de Osmanlı ekonomisinin iflası ve 1881 Düyun-u Umumiye kuruluşuyla yarı sömürge ekonomisi haline nasıl gelindiği ile ilgili “DÜYUN-U UMUMİYE VE OSMANLI DIŞ BORÇLARI PDF” makalemizi okuyabilirsiniz.)
Avrupa, 15.YY’da başlattığı coğrafi keşifler ile sadece yeni topraklar kazanmakla kalmadı, İpek ve Baharat Yolları’na alternatif ticaret yolları yaratmak suretiyle, Osmanlı ekonomisini önemli ölçüde gelirden de yoksun bırakmış oldu.
Osmanlı için bu gelir kaybının etkisinin ortadan kaldırılması ve Avrupa’da gelişen yeni ekonominin tetiklediği güçlü Avrupa ulus devletleri karşısındaki gerileme sürecinin durdurulması mümkün olamadı.
Ancak, pek çok kayıptan ve Osmanlı parçalandıktan sonra, imparatorluğun Anadolu’daki özü; 20.YY’da Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde “Türk Ulus Devleti” olarak yeniden organize olmayı başarabilmiştir. Yeni Türk Devleti, ekonomik bakımdan güçlenmek için merkantilist Avrupa devletlerinin yüzyıllardır uygulamakta olduklarına benzer ilkeler içeren, ulusal üretimi ve sanayisini destekleyen bilimsel-akılcı politikalar uygulamaya başladığında, yeniden ciddi bir ekonomik gelişme atağına geçmesi mümkün olur. Yeniden “zenginleşme” ve “güçlenme” başlar.
Bu nedenle, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ulusal ekonomi ve ulusal kapitalist yaratılmasına yönelik ekonomik politikalarının, Avrupa’da özellikle 14-18.YY’larda uygulanan sert merkantil ekonomik politikalardan esinlendiği ve bu esinlenişin, Avrupa’nın Asya karşısında hızla yükselişe geçtiği 15.YY sonrası dönemin dinamiklerinin doğru bir analizinden kaynaklandığı kabul edilmelidir. Yeni cumhuriyet, Avrupa’yı, Asya ve Osmanlı karşısında güçlü hale getiren sürecin önemli ekonomik, sosyal ve siyasal unsurlarını alarak uygulamaya çalışmıştır. Din ve devlet işlerini net bir şekilde ayırma, eğitiminde pozitif bilimsel eğitimi esas alma, ulusal kapitalist sınıf yaratma, sanayileşme, bu nedenle cumhuriyet Türkiyesi’nin batılılaşma/çağdaşlaşma yaklaşımlarının esasını oluşturur.
Türk ulusal devrimi, dünyadaki en büyük devrimlerden biri olarak ele alınmayı da işte tam bu nedenlerle hak etmektedir bana göre…
Ele aldığımız dönemde, Avrupa ulusal kalkınmasının en önemli unsurlarından biri; ulusal kapitalist sınıftır. Bizim ülkemizde Osmanlı’dan itibaren en büyük eksikliği duyulan da ulusal (Türk) kapitalist sınıftır. Yani ulusal nitelikteki Türk burjuvası…
Osmanlı İmparatorluğu, ulusal kapitalist ekonomi ve merkantil güçlenme ekonomisi uygulamalarına yabancı kalmıştı. Çünkü, bunu merkezi otoritesi üzerinde baskı yaratarak gerçekleştirebilecek güçlü Türk kapitalist sınıfını ortaya çıkartamamıştı. Hatta, ekonomik süreç, kalkınmasına daha da zarar verecek şekilde bir gayrımüslim kapitalist sınıfın meydana gelmesine yol açtı. Bu gayrımüslim kapitalist sınıfın çıkarı, Osmanlı’nın güçlenmesinden daha çok, güçsüzleşmesinde ve dağılmasında olduğundan, bu sınıfın Osmanlı devlet organizasyonunun en güçlendirilmesi gereken zamanında, onu en zayıflatıcı etkenlerden biri haline gelmesi durumu oluştu.
Yeri gelmişken, Osmanlı ekonomisinde “kapitülasyon” kavramına da kısaca değinelim.
Genel anlamda kapitülasyon; bir devletin vatandaşlarının, diğer devletlerin topraklarındaki ve diğer devlet sınırları dahilinde gerçekleştirdikleri ekonomik faaliyetlerde sahip olacakları hakları düzenleyen, onlara ayrıcalık sağlamak amacıyla yapılan anlaşmalardır. Yani, bir kapitülasyon hakkı, aslında lehdarına daha çok ekonomik egemenlik, daha çok kar ve daha çok güç sağlamayı amaçlar.
Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren kapitülasyon; Osmanlıca adıyla “İmtiyazat-ı Ecnebiye (yabancılara tanınan ayrıcalıklar)” tanımına girebilecek çeşitli hakların verilmesi sözkonusu olmuş ise de bunların 15.YY’dan itibaren yaygınlaştığını söylemek mümkündür. Başlangıçta, belirli maddi menfaatler sağlanarak verilen kapitülasyonların giderek karşılıksız olarak da verilmeye başlandığı görülür.
Kapitülasyonların görünürdeki nedeni, Osmanlı ekonomik anlayışında; “ithalatın, iç pazarda mal bolluğu sağlanması yönünden faydalı olduğu” anlayışıydı. Bu anlayıştan hareketle, esasen ticaret imtiyazı olarak nitelenen kapitülasyonların “iç pazardaki malları bollaştırıcı” bir ekonomik düşünceyle merkantilist Avrupa ülkelerine tanınmasında sakınca görülmemekteydi.
Ancak, Kapitülasyonların asıl nedeni; “Osmanlı hazinesine gelir sağlamaktı.”
Osmanlı’nın bir uluslar ve dinler mozayiği şeklindeki yapısı, Avrupa devletleri ile Rusya’nın giderek Osmanlı karşısındaki ekonomik/askeri güçlenmesi sonucunda, Osmanlı tebaasını oluşturan gayrımüslim unsurların ekonomik, toplumsal ve siyasal durumlarını müslüman tebaaya göre avantajlı duruma getirecek her türlü düzenlemeler de kapitülasyonlar kapsamına dahil oldu. Osmanlı İmparatorluğu tarafından 15-19.YY’larda Avrupa ülkelerine ve Rusya’ya verilen “kapitülasyonlar tamamen antimerkantilist ekonomik politika uygulaması örnekleri” durumundadır. Üstelik, 1740 Yılından başlayarak Osmanlı tarafından verilen kapitülasyonların (Ekonomik, mali, hukuki, yönetsel) mahiyeti ve kapsamı oldukça genişlemiş ve adeta merkezi otoriteyi (devleti), sınırları içerisindeki egemenlik haklarını kullanamaz hale getirmiştir.
18.YY İngiliz sanayi devrimi sonrasında, özellikle 19.YY’da ise farklı bir aşamaya geçildiğini görüyoruz: yani, “Serbest Ticaret Anlaşmaları” aşamasına. Artık, her alanda yaygınlaşmış kapitülasyonlara ilave olarak, Osmanlı pazarını sanayileşmiş Avrupa kapitalizmi için daha kolay sömürmenin aracı bu tür anlaşmalar olacaktı.
Tarih 16 Ağustos 1838. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalandı. Anlaşma; Osmanlı’nın iç pazarını, sanayi devrimini tamamlamış İngiltere’nin gelişmiş sanayi ürünlerine açıyordu. Bu anlaşma, İngiltere’nin sömürgeleştiremediği diğer ülkelere(Özellikle Asya’daki) korkutma ve güç gösterisi yaparak imzalattığı serbest ticaret anlaşmalarından çok da farklı değildi.
19.YY itibariyle, dünya sanayileşme liderliğini elde etmiş İngiltere için serbest ticaret anlaşmalarını kullanarak gelişmemiş sanayisi olan ekonomiler ile yapacağı serbest ticaretten İngiliz sanayisinin çok karlı çıkacağı, o ülkelerdeki “bebek sanayilerin” ise rekabet şansının olmadığı açıktı. Hatta, pratikte bu koşullar altında “bebek sanayi” kurulması dahi mümkün olamazdı.
Osmanlı, İngiltere ile yapılan anlaşmanın benzerlerini, kısa bir süre sonra Fransa, Hollanda Belçika gibi diğer sanayileşmiş devletlerle de yapmak zorunda kaldı.
Gelinen noktada, Osmanlı İmparatorluğu, artık güç kullanılarak ya da güç gösterilerek bu tür anlaşmaları imzalamaya zorlanmaktaydı. Anlaşmalar kapsamında, Osmanlı İmparatorluğu, anlaşmaya taraf sanayileşmiş ülkelere uygulayacağı gümrük vergilerini düşürüyor ve bu ülkelerin tüccarlarına çeşitli ilave avantajlar sağlamayı kabul etmek zorunda kalarak ekonomik yönden güçsüzleşmeye devam ediyordu.
Dahası da vardı…
Anlaşmalar kapsamında, Osmanlı ülkesi, bu ülke sanayilerinin ihtiyaç duyduğu temel mal ve hammaddelerin (pamuk, tütün, üzüm, bakır, demir vb) tedarikçisi haline geliyordu.
O dönemdeki İngiliz sanayi kapitalizmi üretiminin Osmanlı zanaat üretimine karşı önemli rekabet avantajları sözkonusuydu. Bu rekabet avantajlarının başlıcalarını yazalım:
Yüksek ölçek ekonomisi sayesinde birim üretim maliyetleri daha düşüktü.
İngiliz (ve diğer sanayileşmiş ülke ürünleri) sanayi ürünleri görünüş, ambalaj, kalite standardı ve model çeşitliliği yönlerinden Osmanlı geleneksel ürünlerinden çok üstündü.
Yabancı mallar statü sembolü olarak görülmekteydi.
Osmanlı geleneksel üretim yelpazesinde mevcut olmayan yeni ürünler vardı.
Anlaşma gümrük vergilerini kaldırdığından, ithal mallar abartılı bir fiyat avantajına sahip oldular. Osmanlı’daki iç gümrük uygulaması bu malların fiyat avantajını arttırdı (Ayrıca, Osmanlı hazinesi çok önemli gelir kaybına uğradı).
Böylece, Osmanlı ekonomisi, ne değerli maden biriktirmeye, ne dış ticaret fazlası vererek zenginleşmeye, ne de sanayileşmeye fırsat bulamadı. Bunun yerine, Avrupa burjuvasının kar maksimizasyonuna hizmet eden bir yarı sömürge ekonomisi haline geldi.
Sonuçta, “kötü son” gerçek oldu
Serbest ticaret anlaşmaları, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki üreticileri, kendilerine göre daha gelişmiş ve hazırlıklı rakipleri karşısında, kaybedecekleri baştan belli olan bir rekabet ortamına sokmanın aracı durumundaydı. Geleneksel, düşük ölçekli ve daha çok el işçiliğine dayalı üretim yapan Osmanlı üreticisi, yurt dışından ithal edilen sanayileşmiş modern üretici ürünleriyle rekabet edemezdi. Sonuçta, Osmanlı’da geleneksel üretim modeli ile yapılmakta olan üretim de yok oldu. Başta tekstil olmak üzere birçok işyeri kapandı. Osmanlı müslüman ahalisinin çok önemli kısmı, rekabet edebilecek nitelikte modern imalathaneler kurmak için gerekli bilgiye ve parasal kaynaklara sahip değildi.
Osmanlı’nın kapitalist üretim tarzına (modern üretim modeline) geçmesi böylece engellenince; sanayi kurmak yerine ithalatçılık, yabancı mamullerin distribütörlüğü gibi iş alanları gelişti. Bunları da daha çok Osmanlı’daki gayrımüslimler elde ettikleri için ortaya çıkan “gayrımüslim Osmanlı burjuvazisi” imparatorluk bekasının korunmasına destek olmaktan çok köstek olarak “Türkiye Cumhuriyeti” dönemine kadar devam etmişti.
19.YY’da Osmanlı’nın yanısıra, dönemin gelişmemiş diğer ülkelerini de benzer akibet bekliyordu. Sömürgeleşmekten paçayı kurtaran özellikle Asya’daki Çin, Japonya ve Kore gibi gelişmemiş/sanayileşmemiş ülkelerin de askeri ve siyasal baskılarla hemen hemen aynı şartları içeren serbest ticaret anlaşmaları imzalatılarak, yükselen Avrupa kapitalizminin pazarları haline getirilmeleri sağlanmıştı. Başta Hindistan olmak üzere sömürgeleştirilmiş topraklarda ise böyle bir anlaşma yapılmasına gerek olmadığı açıktı.
Merkantilizm ve sömürgecilik bilinmeden kapitalist üretim tarzı ve sanayileşme konusu yeterince anlaşılamaz. Bunlar bilinmeden de ulusal ekonomi politikası ve Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı büyük ulusal ekonomik devrim anlaşılamaz.
Osmanlı, Avrupa’nın o dönemindeki temel ekonomik, toplumsal ve siyasal dinamiklerini çözemediği için güçlenen Avrupa ekonomileri ile rekabet edemedi. Güçlü ekonomiye sahip olmadan, dünya pazarlarına ve ticaretine egemen olamazsınız. Bölgenize ve hatta kendi vatan topraklarınıza bile egemen olamazsınız. Bunu gören bir büyük lider vardı: Mustafa Kemal Atatürk. Önderliğinde, şanlı Türk milleti, mucizevi “Kurtuluş Savaşı” ile batı emperyalizmini daldığı tatlı rüyalardan tokatlayarak uyandıracaktı.
Dünya egemenliği için rekabet ederken, gerektiğinde birbirleriyle bile savaşmaktan kaçınmayan Avrupa’nın yeni ve güçlü ekonomilerinin hepsi ulusal ekonomi politikaları uygulayarak zenginleşiyor, sömürüyor, toprak ya da pazar kazanıyordu. Yeni kazananlar varken, yeni kaybedenlerin de olması kaçınılmazdı. Osmanlı ve Asya ise işte bu yeni dünya düzeninin kaybedenleri olmuştu.
Osmanlı, sanayi devriminden uzaktı. Bu nedenle, Avrupa’nın yükselen ulusal devlet yapılanmalarının; izledikleri zenginleştirici ticaret ve üretim politikaları, ulusal üreticisini koruyucu/destekleyici merkantil ekonomik politikaları, üretimde bilim ve teknoloji öncelikli sanayi devrimi, bilim ve teknoloji öncelikli askeri güç oluşumları, bilim ve teknoloji öncelikli ulusal eğitim yaklaşımları ile başa çıkması mümkün olamazdı ve olamadı. Yeni dünya düzeni içerisinde ekonomik rekabet şansı yoktu. Üretemeyen (sanayileşmemiş) ve ekonomik olarak rekabet edemeyen ekonomiler için sömürgeleştirilmek veya serbest ticaret anlaşmaları ile sömürülmek seçenekleri sözkonusuydu. İkincisi gerçekleşti.
Bugün de aynısı geçerlidir.
Eğer bizler de Atatürk’ün önümüze koyduğu en büyük devrimi; “Ulusal Ekonomik Devrimi” doğru değerlendiremezsek, yukarıdaki ikinci seçenek bugünkü Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir.
Herşeyin temeli ekonomidir. Ekonomik yapı, toplumsal ve siyasal yapılanmaları şekillendiren temel alt yapıdır. Bu nedenle ekonomik tarih bilmek çok önemlidir. Avrupa’nın ekonomik tarihini bilmeden, ne Avrupa gibi olabilir, ne de Avrupa ile rekabet eder hale gelebilirsiniz. Osmanlı ekonomik tarihini bilmeden de Türk ulus devriminin ekonomik tarihini yazamazsınız.
Ekonomik kalkınma için “sanayileşmek” %100 gereklidir. Ulusal ekonomik devrimi yapanlar bu nedenle cumhuriyet kurulur kurulmaz çok büyük bir sanayileşme hamlesi başlatmışlardı. Güçlü bir ulusal sanayi olmadan bağımsız bir devlet olarak kalmanın çok zor olacağını biliyorlardı.
Yeri gelmişken, üniversitedeki hocam rahmetli Server Tanilli’nin uygarlık tanımını da yazayım ki iyi anlaşılsın ekonominin ne denli önemli olduğu.
“Uygarlık, iktisadi yapının şekillendirdiği bir değerler sistemidir.”
Doğu’nun (Asya’nın) iktisadi yapısı da uygarlığı da Avrupa’dan çok farklıydı. Dolayısıyla, batı ve doğunun farklı yapıları farklı dinamikler yarattı. Ben uygarlıkları anlayabilmek için önce ekonomik yapılarına ve üretim tarzlarına bakarım.
İngiliz sanayi devrimini tetikleyen en önemli unsurlardan biri, 1700-1770 yılları arasında İngiltere iç pazarından çok daha hızlı bir şekilde büyüyen İngiliz mamul mallarının dış pazarlarıdır. Daha öncede yazdığımız gibi 18.YY son çeyreğinde İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devrimi, 19.YY ilk çeyreğinde batı Avrupa’ya da yayılmıştır.
3.6.1.Dokuma Endüstrisi
Sanayi devriminin başlarındaki en önemli endüstriyel sektör dokuma endüstrisiydi.İngiliz yünlü d okuma endüstrisi, 1700 yılında, Hint malı “basma”nın (pamuklu) ithalatının yasaklanması yönünde hükümetten destek bulmuş ve böylelikle “yerli üreticiler için korunan bir iç pazar garantisini” elde etmişti.
Şimdi, isterseniz dokuma sektöründeki teknolojik gelişmenin önemli aşamalarına bakalım. Çünkü, Avrupa’daki sanayi devrimi dediğimiz olayın teknolojik özü bu aşamalardan doğmuştur.
Dokumacılıkta başlıca iki temel aşama sözkonusudur:
İplik eğirme
Kumaş dokuma.
İplik eğirme konusunda, 18.YY’a kadar yüzlerce yıllık sürede, basit el iğlerinden farklı çıkrık modellerine geçiş dışında, köklü artış yaratacak önemli bir gelişme olmamıştı.
Dokumacılıktaki ilk teknolojik devrim, yukarıda yazdığım ilk aşama olan iplik eğirme konusunda değil, dokumacılığın ikinci aşaması olan kumaş dokuma teknolojisinde meydana gelmişti.
Neydi bu?
İngiliz John Kay, 1733 yılında mekik atma işlemini otomatikleştirerek üretimi hızlandıran “uçan mekik”i (flying shuttle) buldu. Uçan mekik, dokuma işlemini oldukça kolaylaştırdı ve büyük bir üretim artışı sağladı. Hatta, icadın kendilerini işsiz bırakmasından korkan dokumacıların tepkisinden kaçmak isteyen John Kay, İngiltere’den ayrılarak Fransa’ya gitmek zorunda kaldı.
Kumaş dokumadaki mekik yeniliği ve üretim artışı, iplik eğirmenin makineleştirilmesine olan ihtiyacı büyüttü. 1764 Yılında, aynı zamanda marangoz ve dokumacı olan James Hargreaves, “Eğirici Jenny(Spinning Jenny)” adını verdiği yeni bir eğirme makinesi yaptı. Biz buna kısaca “Jenny İplik Tezgahı” da diyoruz. Bu makine ile sahip olduğu bir kol çevrilmek suretiyle, tek bir eğirici, aynı anda sekiz ipliği eğirebiliyordu. Böylece, daha önce sekiz eğiricinin yaptığı işi bir kişi yapar hale gelmişti. Hargreaves de işsiz kalmaktan korkan eğiricilerin saldırılarından kaçmak için Lancashire’den Nottingham’a kaçtı. Fakat makinesi hızla yaygınlaştı. 1778 Yılına gelindiğinde, İngiltere’de 20 binden fazla Eğirici Jenny makinesi olduğu tahmin edilmekteydi.
1771 Yılında asıl mesleği berberlik olan Richard Arkwright ise bir başka eğirme makinesi yaptı. İlk modellerini önce at gücüyle çalıştırırken, sonradan bir eğirme fabrikası kurarak su çarkıyla çalıştırmayı başardı. Arkwrigt’e bu teknolojiye olan katkılarından dolayı 1786’da “Sir” unvanı verildi. Nihayet, 19.YY başlarında iplik eğirme işlemleri bütünüyle makineleşti ve üretilen iplik miktarında çok büyük artışlar meydana geldi. Bu defa, iplik üretme teknolojisindeki gelişmeler ve artan iplik miktarı, dokuma teknolojisinde yeniden teknolojik gelişme sağlanması ihtiyacını ortaya çıkardı.
1785 Yılında Edmund Cartwright mekanik dokuma tezgâhını geliştirdi. Fakat, işsiz kalmaktan korkan dokumacılar, Cartwright’ın fabrikasını yaktılar. İngiltere’de bu saldırılar sırasında 100 kadar dokuma makinesi de parçalandı. Ancak, dokuma makinelerinin yaygınlaşması devam etti. İngiltere’deki mekanik dokuma tezgâhı sayısı 1813’te 2.400 iken, 1833’te 85.000’e yükseldi.
Aslında, 18.YY sonlarına dek, dokuma teknolojisinde makineleşme ve otomatikleşme sürekli gelişmiş olmakla birlikte, 19.YY başlarında buhar enerjisinin ve buhar makinelerinin fabrikalara girmesi sonucunda üretim tarzında ve ölçeğinde çok önemli dönüşümler yaşanması mümkün oldu. İngiliz dokuma imalatı, önceleri genellikle su kenarlarında yer alan kulübe şeklindeki üretim endüstrisinden, buhar gücünü kullanan ve fabrikaların her yerde olduğu büyük fabrika endüstrisine hızla geçiş yaptı.
3.6.2.Demir-Çelik Endüstrisi
İngiltere’de tekstil sanayisini yazdık. Eksik kalmasını istemediğimden demir endüstrisine de değinmek istiyorum. Çünkü, fabrika üretiminin mekanize edilmesinde demir endüstrisi önemli pay sahibiydi.
18.YY başlarında, İngiliz demir sanayisindeki ergitme işleminde çok eski zamanlardan beri bilinen odun kömürlü teknoloji kullanılıyordu. Odun kömürlü ergitme nedeniyle İngiltere’de madenlerin çevresindeki ormanların neredeyse tamamı yok edilmişti.
1709 Yılında Abraham Darby(1677-1717), İskoçya’da Coalbrookdale’de kurduğu bir fabrikada taşkömürünü kok haline getirmeyi başardı. Odun kömürü yerine kok kömürü(Kok kömürü, taş kömürünün yüksek fırınlarda yakılmasıyla elde edilir) kullanarak İngiltere’de demir üretmeyi başaran ise oğlu II.Abraham Darby oldu (1735). Bu İngiltere için çok önemli bir gelişmeydi. Çünkü, ülkede taşkömürü bol olarak bulunmaktaydı. Böylece, İngiltere’de taş kömüründen kok kömürü elde etme teknolojisinin bulunmasıyla birlikte demir-çelik üretiminde de büyük artışlar mümkün hale geldi.
18.YY’ın ikinci yarısına gelindiğinde, yani, askeri sanayilerin en çok ihtiyaç duymaya başladığı bir dönemde İngiliz demir-çelik sanayisinde çok büyük ölçüde kok kullanılır hale gelinmişti. Demir-çelik sanayisindeki büyük üretim ve talep patlaması, haddehane, maden eritme ocağı ve buharlı çekiç gibi diğer yeniliklerle de desteklendi. Böylece, askerliğin yanısıra, sanayide de demir makine çağına geçilmiş oldu.
3.6.3.Buhar makinesi
Buhar makinesi ise sanayi devriminin neredeyse olmazsa olmazıdır. 18.YY’daki en önemli yeniliklerden birisi kuşkusuz ki buhar makinesinin geliştirilmesiydi.
1769 yılında James Watt, bir pistonun doğrusal itme kuvvetinin dönel harekete aktarılmasını mümkün kılacak başarılı bir buhar makinesi tasarladı. Böylece, buhar başlıca güç kaynağı olarak suyun yerini almaya başladı. Buhar makinesinin icadı, sanayi devriminin nihai ve en belirleyici aşamasıdır. Buhar makinesi kullanımının yaygınlaşmasıyla, sanayi ölçeklerinde patlama niteliğinde hızlı gelişmeler meydana gelmesi mümkün oldu. Çünkü, buharın kullanımı, su gücünün kullanımında olduğu gibi coğrafi konuma ve yerel kaynaklara bağımlı değildi. Kömürün makul bir fiyata satın alınabilmesi ve nakledilebilmesi durumunda, istenen yere buhar makinesi kurulabilmesi mümkündü. İngiltere ise bol miktarda kömüre sahipti, su yolları ağı ile bu kömürün istenen yere oldukça ucuza taşınmasını sağlayabiliyordu. Böylece, fabrikaların, su gücü döneminde olduğu gibi hızlı akan ırmak kıyılarına bağımlı olmaktan kurtulması sağlandı. Hammaddelerin satın alındığı, nihai ürünlerinin satıldığı ve çalışacak emeğin barındığı nüfus merkezlerinin daha yakınlarına taşınmaları mümkün hale geldi.
İngiltere’de, sanayileşmenin önemli şehirlerinden biri durumundaki Manchester’in nüfusunun 1760’da 17.000’den, 1831’de 237.000’e ve 1851’de 400.000’e yükselmesinin en önemli nedeni bu teknolojik devrim olmuştu. 1801 Yılında İngiltere’deki iş gücünün yaklaşık %30’u imalat ve madencilikte istihdam edilirken, 1831 itibariyle bu rakam %40’ın üzerine çıkmıştı. Böylelikle, sanayi devrimi İngiltere’yi 19.YY’da fabrika sisteminin hakim olduğu büyük kentsel imalat merkezleri ülkesine dönüştürmüştü.
3.7.PATENT HAKLARI KULLANIMININ AVRUPA SANAYİLEŞMESİNDEKİ ETKİSİ
Patent sözcüğünün kökeni “açık olmak” anlamına gelen Latince “patere” sözcüğüne dayanmaktadır. Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand tarafından yabancı toprakları ele geçirmesi veya ithalat tekellerini elde etmesi için Kristof Kolomb’a (Christopher Columbus) verilen “açık mektup”u (open letter) patentin ilk örneklerinden biri olarak gören iktisat tarihçileri de vardır. Ben de aynı görüşteyim.
Patent ya da daha geniş söylenişiyle Fikri Mülkiyet Hakları’na (FMH) ilişkin düzenlemelere biraz daha yakından baktığımızda, gelişimini üç ayrı dönem halinde ele almak mümkündür.
Bölgesel/Yerel dönem olarak nitelendirilebilecek ilk dönem, FMH’na uluslararası bir koruma sağlanmadığı, bu hakların ülkesel (veya bölgesel) düzeyde korunduğu dönemdir.
İkinci dönem, uluslararası dönemdir. Bu dönem 19.YY sonuna doğru Avrupa’da bazı ülkelerin sınai mülkiyetin korunması amacıyla Paris Sözleşmesi’ni ve ilgili ülkelerde edebi-sanatsal ürünlere ilişkin telif haklarının korunması için Bern Sözleşmesi’ni kabul etmeleriyle başlamıştır.
Üçüncü dönem ise küresel dönem olarak adlandırılmaktadır. Küresel dönemin kökeni, ABD’nin 1980’lerde fikri mülkiyet ve ticaret arasında ekonomik yönden güçlü ilişkilerin olduğunu savunmasıyla başlamış, bu savunma, 15 Nisan 1994’te Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Anlaşması’nın imzalanması ve çok-uluslu bir ortamın yaratılması ile sonuçlanmıştır.
Patent Hakları’nın Avrupa’dan dünyanın diğer bölgelerine ve özellikle sömürge ülkelere yaygınlaşmasında ise başlıca üç yol sözkonusu olmuştur.
Birincisi; Amerika, Afrika, Avustralya ve Asya yerli halklarının, Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmeleridir. Sömürgeleştirme sürecinde, patent kavramı, sömürgeleştirenlerin zor kullanarak yerel varlık ve mülkiyet hukukuna dayattıkları bir kavramdır.
İkincisi; doğrudan doğruya, bağımsız devletlerin kendi iradelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bağımsız olarak Batı tipi patent korumasını benimseyen ve kültürünün bir parçası haline getirmeye çalışan tipik ülke ise Japonya’dır. Japonya, Avrupalı olmamasına ve asla sömürgeleştirilmemesine karşın, patent kavramını bağımsız olarak uyarlamış bir ülkedir.
Üçüncüsü; dış baskılar yoludur. Siyasi bağımsızlığı sahip olan ve patent kavramını kendiliğinden uygulamaktan kaçınan ülkeler, uluslararası baskılar nedeniyle ulusal hukuk sistemlerini batı tipi patent sistemine göre düzenlemek zorunda kalmışlardır. Çin, Güney Kore, Hollanda ve İsviçre, dış siyasi baskılarla yasalarını değiştiren ülkelere örnektir.
Günümüz dünyasında, patent hukuku tesis etmemiş bir ülke kalmamış durumdadır.
Dolayısıyla, Avrupa kaynaklı bir ekonomik/hukuki uygulama olarak başlayıp, dünyanın geri kalanına yayılan patent ya da FMH sistemi, özünde kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasıyla birlikte “patentlerin uluslararası düzeyde kontrolü yoluyla küresel ekonomideki bir tekel ve egemenlik sağlama unsuru” haline getirilmiştir. Başka bir söyleyişle, mevcut patent/FMH sistemi, “hakların ve düşüncelerin sömürgeleştirilmesinin en önemli yollarından biri” haline getirilmiştir. Buna, düşüncelerin tekelleştirilmesi de diyebilirsiniz.
Sanırım hiç böyle düşünmemiştiniz! Zaten, böyle de anlatmıyorlar genellikle…
Evet; Avrupa’da patent kullanımı ile ilgili yukarıda anlattığım çerçevedeki uygulamaların tarihsel gelişimi, bunların Avrupa’nın ekonomik kalkınması ve sanayileşmesi ile çok yakından ilgili olduğunu göstermektedir.
Nasıl olduğuna ülkeler bazında bakalım.
Patent uygulamasının Avrupa’daki tarihi, genelde merkezi otorite tarafından, bir malın üretilmesini ya da bir sektörü desteklemek amacıyla özel haklar tesisi suretiyle bir çeşit tekel hakkı yaratılması şeklinde yaygın şekilde kullanıldığını göstermektedir. Bu haliyle patent hakları uygulaması, seçilmiş ürünlerin üretimini teşvik ve ödüllendirmenin etkili bir aracı olarak değerlendirilmelidir.
Avrupa’da buluşların patent ile ödüllendirildiği ilk ülke Venedik’tir. 1474 yılında kabul edilen Venedik Patent Yasası, patent sisteminin gelişmesinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Sözkonusu yasada: “accutissimi Ingegni, apti ad excogitar et trouar varij Ingegnosi artificij (bu şehirde, hâkimiyetimiz altındaki bölgede, şimdiye dek yapılmamış dahice bir buluş yapan her kişiye)” şeklindeki ifade ile düşünce ve yenilikler karşılığında, yetenekli üreticilerin (yerel olanın korunması ve ülke dışındakilerin de ülkeye çekilmesi amaçlarıyla) merkezi otorite tarafından teşvik edilmesi (patent) verilmesi kabul edilmiştir.
İngiltere’de de merkezi otorite, devlete gelir sağlamak amacıyla, genel bir uygulama olarak özel mal üretimi ve dolayısıyla da istediği ticareti tekel imtiyazları ile ödüllendirmek/teşvik etmek suretiyle, bir anlamda tekel hakkını satmak için patentleri kullanmıştır. Bu haliyle, patent kurumu, merkezi otoritenin gelir artırmak için kullandığı siyasal ve ekonomik bir artık değer yaratma işlevi görmüştür. Aynı zamanda, bir başka etkisi de daha önceki zamanlardan itibaren, ortaçağ lonca sisteminin inovasyon kontrolünü etkisizleştirme aracı olmasıdır. İngiliz merkantilizminin ekonomi uygulamaları kapsamında ele aldığımızda, bu ülkedeki patent kurumlaşmasının, ülke dışından teknoloji ve know-how bilgisinin ülkeye ithalini teşvik etme yönünün ağırlık kazandığını görürüz. 1624 yılında kabul edilen “İngiliz Tekel Kanunu (Statute Of Monopolies)” ile daha önce krallık tarafından oldukça keyfi şekilde dağıtılan patentlerin “‘gerçek ve ilk mucitlere verilmesine başlanmıştı.” Sözkonusu düzenlemenin, yerel mucitlerin yaratıcı faaliyetlerinin teşvik edilmesinden daha çok, yabancı teknolojilerin ülkeye transferinin teşviki için etkili olduğunu belirtelim. 1710 Yılında İngiltere patent kanunlarında bir kısım değişiklikler yapılmış, 1973 Avrupa Patent Sözleşmesi ile uyumlu hale getirilmek üzere revize edilinceye kadar da çok fazla değişikliğe uğramaksızın yürürlükte kalmıştır
Fransa’da, 1789 yılında gerçekleşen Fransız burjuva devrimi; feodal dönemin ayrıcalıklarının kaldırılması, monarşinin sınırlanması, özel mülkiyet ve serbest pazar anlayışının benimsenmesi düşüncelerinin yanısıra, mucit ve edebi sanatçıların eserleri üzerinde “doğal haklarının” olduğunu da savunmuş ve entelektüel ürünlerin “insan hakları” kapsamında olduğunu ilan etmişti. 1791 Tarihli Fransız Patent Kanunu’na göre, mucidin tekel hakkı bir “doğal hak”tır. Bu kanun icatlar hakkında detaylı bir incelemeye gerek olmadığı ilkesini getirmiş ve bu şekilde belli bir icadın küçük bir değişiklikle veya aynen kopyalanmasıyla ortaya çıkarılan yeni ürünün sicile kaydettirilebilmesi olanağını tanımıştır.
ABD’nde ise yerli sanayiyi korumak amacıyla 1640’lı yıllardan itibaren patent benzeri korumalar uygulanmaya başlanmıştı. ABD Anayasası’nın 1.maddesinin 8.bölümü, ABD’nin patentlere yaklaşımının temel felsefesini ortaya koymaktadır: “Yazarlara ve mucitlere, sınırlı bir süre için yazıları ve buluşları üzerinde münhasıran hak tanıyarak, bilim ve yararlı sanatların gelişmesini teşvik etmek.” 1776 yılında bağımsızlığına kazanan ABD’nde, 1790 ve 1793 yıllarında yazarların ve mucitlerin Fransız Hukukundaki “doğal hakları”na vurgu yapan iki patent kanunu yürürlüğe konulmuştur. ABD’nin ilk modern patent kanunu ise 1836’da kabul edilen üçüncü Patent Kanunu’dur. 1836 tarihli Patent Kanunu’nda, buluş ve eserlerin, yenilik ve kullanışlılığı açısından özgün olup olmadığının patent ofisi tarafından incelenmesi gerektiği de belirtilmekteydi. ABD patent kanunlarının, teknoloji transferinin teşvikinden daha çok ulusal yenilikleri teşvik edecek şekilde kurgulandığı ve ABD fikri mülkiyet politikalarının Avrupa kıtasındaki diğer ülkelerdeki mevzuattan bu yönü ile ayrıldığını da belirtmekte fayda var.
Yukarıda da yazdığım gibi Avrupa’da patent sistemi, sanayi devriminden yaklaşık 200 yıl önce ilk defa Venedik’te kullanılmaya başlanmıştı. Patent sistemlerinin Avrupa sanayileşmesindeki etkilerini değerlendirdiğimizde; ulusal yenilikleri teşvik etmekteki etkisinden daha çok, ülkelere dışarıdan teknoloji transferi sağlama etkisinin öne çıktığı, dolayısıyla, büyük oranda ülkede teknoloji yaratma politikası aracı olmaktan çok, ülke dışından teknoloji transferine destek olarak kullanılan bir araç niteliği taşıdığını söyleyebiliriz.
3.8.AVRUPA’DA FEODALİZMİN ÇÖKÜŞÜ, KAPİTALİST ÜRETİME GEÇİŞ, SANAYİLEŞME VE KAÇINILMAZ SONUCU SÖMÜRGECİLİK
3.8.1.Avrupa Sömürgeci Olmak Zorundaydı
Merkantilist ekonomik düşüncelerin egemen olduğu Avrupa’da; gümrük tarifesi politikaları, ithalat yasaklamaları, ihracat primleri, devletin ekonomik kurumlar oluşturarak ekonomik yaşamı düzenlemesi, patent sistemi, devlet tekelleri, ülke içindeki gümrük ve benzeri kısıtlamaların kaldırılarak modern anlamda iç de dış ticaretin teşvik edilmesi, kapitalist sınıfın güçlenerek siyasal iktidara ortak olması, sanayileşme ile önemli ölçüde artan üretim için daha büyük pazar ihtiyacı, kar maksimizasyonuna yönelik daha ucuz girdi ve daha yüksek fiyat ile ürün satışı imkanlarının yaratılması gibi gelişmeler sömürgeciliği çok önemli bir ekonomik zenginleşme yolu haline getirmiştir.
Avrupa’da kapitalist üretim tarzı ve sonrasındaki sanayileşme ile birlikte sömürgeciliğin adeta patlama yaptığını görüyoruz. Gerçekleştirdiği büyük ölçekli üretim için yeni pazarlar bulma ve daha ucuza girdi temini amacı ile yeniden örgütlenen Avrupa ulus devletleri, güçlü ordu ve donanmalarıyla, özellikle Asya ve Amerika kıtalarının kaynak ve insanlarının büyük talanına başlayabilirlerdi.
Önce sömürgecilikle, sonrasında da serbest ticaret masalıyla; birincisinde topraklara ve piyasalara, ikincisinde ekonomik piyasalara el koyarak…
Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri, kapitalist üretim modeli (kar güdüsü, kar maksimizasyonu) ve sanayileşme sonucunda sağladıkları ekonomik gelişmeyi, dünya ekonomi ve teknoloji üretiminde kalıcı egemenlik imkanı olarak başarıyla kullandılar. Bu nedenle, Avrupalı kapitalist devlet, hemen her zaman yayılmacı–sömürgeci bir devlet haline gelmek zorundaydı. O tarihten bugüne kadarki dünya tarihinin seyrini belirleyen ve bu arada yaşanan iki büyük dünya savaşını yaratan temel ekonomik fenomen; “Avrupa’daki milli/ulusal kapitalist devletlerin kar maksimizasyonu ve dünya ekonomik egemenliğindeki paylarını büyütme çabaları” olmuştur.
Kapitalist üretim tarzı ve kapitalist üretimin kar maksimizasyoncu güdüsü temel ekonomik motif oldukça, sömürgeciliğin sona ermesi hayal bile edilemez. Farklı sömürgecilik biçimleri sözkonusu olur ancak…
Dün toprağınızı ele geçirenler, bugün piyasalarınızı ele geçirir; toprak bizim sanırsınız; koyun gibi güderler sizi…
3.8.2.Haritalarla Sömürgeci Yayılım
Aşağıdaki harita 1920 yılı itibariyle Avrupa ülkelerinin sömürgeleştirdiği dünya bölgelerini gösteriyor. Sömürgeleştirmenin zirve yıllarındaki durum yazdıklarımızı tam olarak doğruluyor.
Bu büyük yayılma nasıl başlamıştı?
1492’de Kristof Kolomb tarafından Orta ve Güney Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, 1497’de Vasco de Gama’nın Ümit Burnu’nu dolaşarak Doğu Hint Adaları’na ulaşan alternatif deniz yolunu keşfetmesi, İspanya ve Portekiz için hem yeni topraklar ve hammadde kaynakları hem de bol miktarda yeni değerli maden akışı ile zenginleşme imkanı demekti.
Okyanus denizciliğindeki bu gelişmeler, o zamana kadar Avrupa ile Asya arasındaki ticaretin ana akış kanalları durumundaki İpek ve baharat yollarına ciddi alternatif ticaret akışı yarattı. Bu değişim, Akdeniz’deki deniz ticaretini önemli şekilde etkilediği gibi o zamana kadar mevcut olan Avrupa-Asya ticaret aksına Avrupa-Amerika ticaret aksının eklendiği yeni bir dünya ticaret düzenine de yol açmıştı.
Coğrafi keşifler döneminden önce Avrupa’ya mallar başlıca iki yol kullanılarak taşınmaktaydı:
İpek Yolu
Baharat Yolu.
İpek Yolu; Çin’den başlayan, Orta Asya üzerinden Avrupa’ya ulaşan ve taşınan ürünlerin ipek, kumaş, çay, porselen ağırlıklı olduğu yaklaşık 7 bin km’lik bir karayolu ağıydı.
Baharat yolu; bugünkü Endonezya ve Hindistan’ı, Ortadoğu ve Avrupa’ya bağlayan, baharat ağırlıklı malların taşındığı bir deniz ve kara yolları ağından oluşmaktaydı. Baharat yolu, 1497’de Vasco de Gama’nın Ümit Burnu’nu dolaşarak Hint Adaları’na ulaşmasına kadar Venedikli tüccarları zenginleştirmiş olmakla beraber, 15.YY’dan itibaren Venedik bu karlı işi diğer Avrupalı tüccarlara kaptırmıştı.
Oysa, bu döneme kadar sadece Venedik değil, Milano, Cenova ve Floransa gibi İtalyan şehir devletleri de tekstil endüstrisinin yanısıra, ortaçağda Akdeniz’deki deniz ticaretine hakim durumdaydılar. İpek ve baharat yollarının Doğu Akdeniz’deki limanlarından aldıkları ürünleri batı Avrupa pazarlarında satan İtalyalı tekstilciler, özellikle 14.YY itibariyle Avrupa’da söz sahibi oldular. İtalyan tekstil endüstrisi en çok Anadolu ve Suriye’den sağladığı pamuğu kullanmaktaydı. Yine aynı dönemde, İngiltere, Avrupa’nın yünlü tekstilde öne çıkan bugünkü adıyla Hollanda’sına ham yün ihraç eden bir ülke durumundaydı (Sanayi öncesi dönem).
15.YY’da Venedik Avrupa’nın en büyük ticari deniz filosuna sahipti ve o zamanki nüfusu Londra’nınkinin yaklaşık 3 katıydı. İtalya’da bankacılık, sigortacılık, ticaret ve muhasebecilik konularındaki gelişmenin temeli, coğrafi keşifler öncesindeki bu parlak döneme dayanır. Özetle, 15.YY’da Venedik, Milano, Cenova, Floransa batı Avrupa ekonomisinin çekim merkezleri durumundayken, günümüzün İngiltere, Portekiz, İspanya, Fransa gibi ülkeleri, ekonomik yönden ikinci planda kalmış durumdaydılar. Coğrafi keşiflerin ve sömürgeci yayılımın bir nedenini de sözkonusu ikincil durumda kalışta aramak gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu ise istanbul, Anadolu, Suriye ve Mısır gibi stratejik şehir, bölge ve limanlara hakim bir imparatorluk olarak, İpek ve baharat yollarının her ikisi üzerinde de stratejik bir avantaja sahip konumdaydı. Osmanlı’nın bu stratejik avantajı çok sürmedi. Batı Avrupalı güçler, belki de zorunlu olarak, okyanus denizciliğini kullanarak yeni zenginlik kaynakları arayışları sonucunda yeni topraklar keşfettiler. Yeni topraklar ve deniz yolları ticaretinin yarattığı yeni ekonomi politik ise Osmanlı ve diğer Asyalı ülkeleri batı merkezli yepyeni bir dünyada yaşamak zorunda bırakan yeni bir sahnenin perdesini açtı.
Başlayan yeni dönemin temel döngüsü, Batı’nın yükselişi ve Doğu’nun inişiyle şekilleniyordu…
Bu anlamda, 16.YY’dan başlayarak ortaya çıkan yeni dünya düzeninin gerileyen ekonomileri, eski ticari akışın kontrol edenleri durumundaki Osmanlı, Venedik ve diğer İtalyan şehir devletleri olurken, yükselen ekonomileri İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, en büyük ve kesin yıkıma uğrayanları ise sömürgeleştirilen topraklarda yaşayan yerli halk olacaktı(En başta Amerika, Afrika, Hindistan ve Çin).
Evet, 13-16.YY arasındaki Avrupa’nın coğrafi keşif seyahatleri, Osmanlı’nın kontrolü altına almaya çalıştığı İpek ve baharat yollarına alternatif arama çabalarının da bir göstergesidir. Tabii, aynı zamanda yeni zenginlik kaynaklarına sahip olmak için yürütülen çok önemli bir arayışın da…
15.YY’dan sonra İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere’nin sömürgeci küresel yayılım süreçleri dünyaya damgasını vurmuştu. Avrupalı, daha çok zenginleşmek ve daha çok kar etmek için daha ucuz hammaddeye, daha büyük pazarlara ve ucuz işgücü olarak kullanmak üzere daha fazla insan gücüne ihtiyaç duyuyordu. Avrupa, kapitalist üretim tarzı ve sanayileşme ile elde ettiği büyük üretim gücünü, yani sağladığı ekonomik egemenliği artık küresel egemenlik aşamasına taşıyordu.
15.YY’da Portekiz ve İspanyollar’ın başlattığı coğrafi keşiflerin tetiklediği yeni topraklardaki sömürgecilik dalgası hızla Hollanda, İngiltere ve Fransa tarafından izlendi. İngilizler 17.YY’da Kuzey Amerika’nın en büyük sömürgecisi haline geldi. 18 ve 19.YY’da ise dünyanın hemen her kıtasında sömürgeye sahip en büyük sömürge imparatorluğuydu.
16.YY’da Avrupa sömürgeciliği emekleme dönemindeyken, ilk sömürgelerin durumu aşağıdaki gibiydi. Amerika kıtasının batı kıyılarında İspanyol; Amerika ve Afrika kıtasının doğu kıyılarında ise Portekiz sömürgeleri yer almaktaydı (Haritalar Wikimedia ve stratejikortak.com’dan alınmıştır.)
Aşağıdaki harita yukarıdakinden 110 yıl sonrasına ait. İspanyol ve Portekiz yayılması devam ederken, İngiltere ve Fransa da Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarında yayılmaya başlamışlardı.
18.YY’da, Amerikan Bağımsızlık Savaşı çıkmadan 25 yıl öncesindeki sömürgeci yayılma aşağıdaki gibiydi. Konumuz olmadığı için değinmiyorum. Fakat haritalarda Rusya’nın nasıl genişlediğine de dikkat edin. Belki onu ayrıca ele alırız bir gün.
Afrika nasıl böyle kalabilir diye soranlarınız olabilir. Onlar için cevabım aşağıda. 19.YY Afrika sömürge haritası.
Avrupa’da, ortaçağ sonrasında yaşanan sömürgeci imparatorluklar dönemi, özündeki merkantilist ekonomik politikaların da etkisi ile ticaret ve sanayide önemli gelişmelere sahne oldu. Avrupa ekonomisi hızla büyüdü, zenginleşti ve dünyanın teknolojik gelişmesine öncülük eder hale geldi. Avrupa’nın ilk sömürgeci imparatorlukları İspanya, Portekiz ve Hollanda olmasına rağmen, sanayi devriminin gerçekleştiği İngiltere Avrupa’nın ve bütün dünyanın fabrikasına dönüştü.
Farklı olanın ne olduğunu, yazımızın devamını okuduğunuzda anlayacaksınız.
3.8.3.Klasik Sömürgecilik Dönemi’nde Nedenler ve Sonuçlar
Güçlü ulusal devlet için güçlü ordu gerekir. Güçlü ordu da sanayisiz ve teknolojisiz olmaz. Avrupa’da gelişen kapitalist üretim tarzı, bilim ve teknolojiyi kar maksimizasyonu için kullandı. Zamanın ileri teknolojisine sahip olan sanayileşmiş ulus devleti, zamanın ileri teknolojisini kullanan sanayi devletinin ordusunu yarattı. Sanayi devletinin ordusu da sanayi öncesi devletinin ordusuna üstün geldi. Sanayi öncesi devletin ordusu başlıca Asya’da ve Osmanlı’daydı.
Güçlü ordusu olan toprak kazanır anlayışı, güçlü ordusu olan pazar kazanır anlayışına dönüştü. Çünkü, kapitalist üretim çağı ve sanayileşme devrimine kadar, aslında toprak en önemli üretim faktörü ve temel zenginlik kaynağı durumundaydı.
Kapitalist üretim biçimi ve sanayileşme ile tarımsal üretim ve ticari faaliyete ilave olarak çok büyük ölçeklerde mamul mal üretimi sözkonusu oldu. Bu anlamda, üretilen çok büyük miktardaki malların satılması için yeni pazarlara ve bu malların üretilmesinde kullanılacak girdiler için de ucuz hammadde kaynaklarına ihtiyaç oluştu. 15-20.YY arasındaki “Klasik Sömürgecilik Dönemi”nde, dünya, sözkonusu dönüşümün her ikisinin de birlikte uygulandığını gördü.
Avrupa, yeni bilimsel yaklaşımları, teknolojik atılımları, üretim devrimi ve ulus devlet örgütlenmesi ile Asya karşısında öncelikle ciddi ekonomik üstünlük yaratmayı başardı. Ardından, askeri ve siyasal üstünlük tesisini de sağlamakta gecikmedi.
Amerikalı ekonomist Paul Sweezy sorar: “13.YY’dan sonra Avrupa’da feodalizm çözülür; kapitalizm ise ancak 16.YY’dan sonra kesin biçimini almaya başlar. Peki, bu ikisi arasındaki dönem ne dönemidir? Feodalizm midir, kapitalizm midir?”
Bu önemli bir sorudur. Tek bir yanıtı da yoktur. Soruya “feodalizm devam eder” diyenler olduğu gibi “kapitalizm öncesi emtia ekonomisi” cevabını verenler de vardır. Hatta, “Avrupa kapitalizmini 13.YY’a kadar geri götüren” tarihçi ve ekonomi düşünürleri de çıkmıştır.
Ben kapitalizm tanımımı önceki yazılarımda paylaştım. Özet geçeyim: piyasa için meta üretimi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ve olmazsa olmazı durumundaki meta haline gelmiş üretici emeğin varlığı. Yani, kapitalist üretim tarzının aslında en belirgin unsuru; piyasada diğer emtialar gibi alınır-satılır hale dönüşmüş emek emtiasıdır.
Sözkonusu emek emtiasının piyasada alınır satılır hale gelmesine “emeğin özgürleşmesi” de denir. Emeği ile geçinen insan, özgürleştiğinde angaryadan ve feodal sistemin doğuştan yüklediği bir kısım zorunluluklarından kurtulur, sahip olduğu tek meta olan emek gücünün satıcısı olur. Avrupa’da bu ne zaman olduysa, tam anlamıyla kapitalist üretim tarzı o zaman var olmuştu. Fakat öncesinde bir “emtia ekonomisinin” oluştuğu ve bu “emtia ekonomisinin kapitalist üretim tarzına evrildiği” açıktır. Tam olarak zamanlar üzerinde anlaşılamaması, süreci sakatlamaz. Bunu belirtmekte fayda gördüm.
Evet, bilindiği gibi Avrupa ve Asya arasındaki mal ve para akışı tarihin çok eski zamanlarında başlamıştı. Diğer yandan, kültür, yaşam tarzı ve ekonomik üretim tarzı farklılıkları nedeniyle, Asya ülkelerinin tüketim ve üretim kalıpları Avrupa’dan oldukça farklıydı. 19.YY öncesinde Avrupa-Asya ticaretinde Avrupa ülkeleri genelde ticaret açığı vermekteydi. Bunun en önemli sebebi de Avrupalıların Asya kökenli mallara duyduğu ilginin karşılığında Asyalıların Avrupa mallarına benzer bir ilgi duymamalarıydı. Asyalılar değerli madenleri daha çok “biriktirmek, insan ve yapıları süslemek” amaçlı olarak talep ederlerdi. En çok biriktirme yapan iki ülke ise Çin ve Hindistan’dı.
Avrupa’nın uzun süre Asya ile ticaretinde açık vermiş olması durumu 19.YY’dan itibaren değişti. Genel olarak, Avrupa fazla, Asya açık verir hale geldi. Bunun en önemli nedeni, Avrupa’da kapitalist üretim tarzının egemen olması (piyasa için meta üretimi), sanayi devrimi, kar maksimizasyoncu felsefe ile üretim yapan kapitalist/burjuva sınıfının önce yerel olarak, sonra da tüm dünya piyasalarında ekonomik gücü elde etme arzusu, merkantilist ekonomik politikalar izleyen Avrupalı ulusal devletin dış ticaret fazlasını birincil amaç haline getirmiş olmasıydı.
Yukarıda, 18.YY’da İngiltere’de gerçekleşen sanayi devrimini hazırlayan koşulların 15.YY’dan itibaren geliştiğini gördük. Dolayısıyla, bu rastlantısal bir olay değildi. İngiliz sanayileşmesinde önem taşıyan merkantilist ithal ikamesi politikaları daha 14.YY’dan itibaren uygulanmaya başlanmış, 15.YY’a gelindiğinde ise İngiliz ekonomisi tamamen merkantilist ekonomik düşünce egemenliğine girmişti. Yani, merkantilist anlayışı, zenginlik, üretim ve sanayiyi büyütmek için etkili bir şekilde kullanabilmeye başlamıştı. İngilizlerin uyguladığı sözkonusu ekonomik politikalar 18.YY’da sanayi devrimine yol açmış ve 19.YY’da da dünyanın fabrikası durumuna gelmiş bir ingiliz ekonomik yapısını yaratmıştı. Kuşkusuz ki, İngiliz sanayileşmesinde, sahip olunan sömürgelerin ucuz hammadde sağlama ve ucuz işgücü depoları olarak kullanılmasının yanısıra, sömürgelerden temin edilen değerli madenlerin sanayiyi büyütecek yatırımlara kanalize edilmesi büyük rol oynamıştır.
Oysa, 15.YY’da İspanya ve Portekiz, merkantilizm ve sömürgecilik tarihinin İngiltere’den önceki örnekleriydi. Böyle olmasına rağmen, yani, sömürgelerinden yağmaladıkları çok önemli miktardaki değerli madeni ülkelerine taşımalarına rağmen, bu ekonomik yaklaşım onları sanayi devrimi yapma aşamasına taşıyamamıştı. 20.YY’a girerken İspanya ve Portekiz, İngiltere zenginlik ve gücünün aksine, nispeten yoksul kalmış ve sanayileşememiş Avrupa ekonomileri durumundaydılar. Çünkü, sanayileşme için gerekli ekonomik politikaları uygulamayı başaramamışlar ve sadece değerli maden biriktirmenin zenginlik için yeterli olduğu merkantilizmin birinci aşamasına takılı kalmışlardı. Her iki ülkede de taşınan değerli madenlerin tek önemli sonucu yüksek enflasyon ve ülkeyi yönetenlerin bir dönem daha müreffeh bir yaşam sürmesini sağlamak olmuştu.
Yazımızın devamında, kapitalist üretim tarzının motive ettiği İngiliz sömürgeciliğinin 17-20.YY arasında yaygın kullandığı yöntemleri ve sanayileşmedeki etkilerini biraz daha detaylı olarak ele alacağız.
3.9.ÜZERİNDE GÜNEŞ BATMAYAN İMPARATORLUĞUN SÖMÜRGECİLİK VE SANAYİLEŞME HİKAYESİ
Belirttiğimiz gibi İngiliz sömürgeci yayılımı Portekiz, İspanya ve Hollanda sömürgeleştirme döneminin ardından gelmişti. İngiliz sömürgeci yayılımının başlıca iki aşamada ortaya çıktığını söyleyebiliriz:
Sanayi devrimi öncesinde, 17.YY’da Kuzey Amerika’nın en büyük sömürgecisi olması aşaması,
Sanayi devriminden sonra, 19.YY’da kıtalar arası sömürgeciliğin en büyüğü olup “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” şeklinde tanımlanır hale gelmesi aşaması.
İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki sömürgecilik faaliyeti Kral I.James (1603-1625) zamanında, kıtanın kuzeybatısındaki İngiltere’ye en yakın bölgelerinde başlamış olup, Amerika kıtasındaki İngiliz sömürgeleştirme sürecinde “anonim şirketler” önemli rol oynamıştır. Örneğin; bunlardan 1606 yılında Londralı bir grup tüccar tarafından kurulan “London Company” günümüzün Virjinya eyaleti sınırları içindeki Jamestown yerleşimini kurmuştu. Bir diğer şirket, yine 1606 yılında Bristol ve Plymouth’lu tüccarlar tarafından kurulan “Plymouth Company” ise bugünkü Maine ve New Hampshire eyaletlerinin olduğu bölgelere yerleşim sağlamıştı.
Avrupa sömürgecilik tarihinde, İngiliz (ve Hollanda) anonim şirketlerinin rolü ve kurulan anonim şirketlere merkezi otorite tarafından belirli bölgesel imtiyaznameler verilmesi suretiyle sürecin yürütülmesi önemli özelliklerdir. Merkezi otorite tarafından sömürgeci şirkete verilen imtiyaznameler sayesinde, şirket kendisine verilen topraklarda hem yerleşimi kontrol edebiliyor, hem de İngiltere(Hollanda) ile ticaret ve tüm ekonomik faaliyetlerde tekel hakkına (kar maksimizasyonu için önemli unsur) sahip olabiliyordu. Anonim şirket şeklindeki oluşum, şirket paydaşları arasında riskin dağıtık hale getirilmiş olması, sağlanacak karın yaygınlaştırılmış dağıtımı ve sömürgeleştirme maliyetlerinin kraliyet hazinesi tarafından üstlenilmesi ihtiyacını ortadan kaldırması gibi yönlerden avantajlıydı. Buna karşılık, Portekiz, İspanyol ve Fransız sömürgeleştirme süreçlerinde genellikle krallık hazinesi finansör durumundaydı.
Vasco de Gama’nın 15.YY’da dolaştığı Ümit Burnu’nu, İngilizler bir yüzyıl geçtikten sonra 16.YY’da dolaştılar. Aralık 1600’de İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company), Kraliçe I.Elizabeth’den İngiltere ile Doğu Hint Adaları arasındaki ticarette tekel hakkı veren imtiyaznamesini aldı. 19.YY sonlarına gelindiğinde ise Hindistan, yaklaşık 240 milyonluk nüfusuyla, 30 milyon civarında nüfusa sahip İngiltere’nin tamamen egemenliği altına girmişti.
19.YY sonuna gelindiğinde, Doğu Hindistan Şirketi’nin faaliyetleri, alan olarak dünyanın %20’sini, nüfus olarak %25’ini kapsar hale gelmişti. 260.000 askerlik özel ordusu vardı. Dünya uluslararası ticaretinin neredeyse %50’sini gerçekleştirmekteydi.
15-17.YY arasında, İngiltere, Avrupa’nın en önemli deniz güçleri sıralamasında Hollanda, Venedik, Cenova, Portekiz, Aragon ve Kastilya’nın arkasındaydı. 17.YY’da Hollanda, ticari ve savaş gemisi olarak toplamda yaklaşık 2.500 civarında gemi ile dünyanın en büyük deniz güçlerinden biri durumundayken, İngiliz deniz gücü yaklaşık 200 gemi kadardı. Bu nedenle, Hollandalılar, İngilizlerden çok daha önceleri Doğu Hint Adalarına ulaşarak sömürgeciliğe başlamışlardı.
İngiltere’nin ilk güçlü donanması, Kraliçe I.Elizabeth tarafından, 16.YY’da İspanya’ya karşı koymak amacıyla yaptırılmıştı. Yaptırılan donanmanın bir kısmı, resmi ve özel korsanlık faaliyetlerinde kullanılmış, değerli maden taşıyan İspanyol hazine gemilerinin talan edilmesinde ve İspanyol Habsburgların gücünün azaltılmasında gerçekten etkili olmuştu.
17.YY’da Portekiz’in Doğu Hint Adaları’ndaki sömürgelerini de ele geçiren Hollandalılar, Asya-Avrupa arasındaki okyanus ticaretinin en önemli oyuncusuydular. Güçlü donanmaları ile Portekizlileri Doğu Hint Adaları’ndan kovdular ve İngilizlerin, onları oradan kovacağı 18.YY ortalarına kadar da orada kaldılar.
Sömürgeci ülkelerin kendi aralarındaki savaşlar bu yazının konusu değil. Fakat, bilelim ki, Avrupa’nın ekonomik güçlenmesi sürecinde, dünyanın diğer kıtalarındaki devletlerle ve Avrupa ülkelerinin kendi aralarında pek çok paylaşım savaşları olmuştur. Sözgelimi, 17.YY özellikle İngiltere, Hollanda ve İspanya arasındaki paylaşım savaşlarıyla geçmiştir.
İngilizler, kendilerinden önde olduğunu gördükleri diğer Avrupa devletleri ile rekabet edebilmenin yolunun, hızla “deniz gücü” haline gelmekten geçtiğini fark ederek, 17.YY boyunca, özellikle Kral I.Charles ve Oliver Cromwell döneminde güçlü donanmalar inşa etmeye öncelik vermişlerdi.
İngiltere’de sanayi devriminin de etkisiyle verimlilik hızla arttı ve dünya sanayi üretimindeki payı 1760 yılında %2’lerden 1860’da yaklaşık %20’lere yükseldi. Oysa, 1860’larda ada nüfusunun 1.2 milyarlık dünya nüfusu içindeki payı %2 civarındaydı. 19.YY itibariyle, İngilizler, dünya ham pamuğunun (sömürgelerinden), demir, kömür ve linyit üretiminin neredeyse yarısını üretir durumdaydılar. İşte, o yıllardan günümüze kadar etkileri süren İngiliz güç ve zenginleşmesinin temelinde yatan en önemli olgu buydu.
Sanayi devriminin etkisiyle, imalat kapasitesindeki çok büyük artışlar sonucunda, İngiltere’de iç piyasanın hızla doyum noktasına ulaşmasıyla, İngiliz kapitalizminin dış pazar arayışı şiddetlendi. Sanayi kapitalizminin kar maksimizasyonu arayışı yeni pazarları zorunlu kılıyordu. Ancak, diğer Avrupalı kapitalist ekonomilerin (ulusların) da merkantil/korumacı ekonomik politikalar izlemesi ve Avrupa’daki askeri güç dengeleri, İngilizler için dış pazar arayışının Avrupa haricindeki topraklara yönlendirilmesini zorunlu hale getirmişti.
Onlar da öyle yaptılar…
İngiliz sanayi kapitalizmi; kar maksimizasyonu amacıyla sanayi ürünleri pazarlarını büyütürken, bir başka ihtiyaç duyduğu şey de giderek artan miktarda uygun fiyatlı hammaddeleri ülke dışındaki topraklardan sağlamaktı. Ana ülke dışındaki ülkelerden en ucuz fiyatlı hammaddelerin temin edilme yolu ise yeni sömürgelere sahip olmaktan geçmekteydi.
İngiliz tekstilciler, yünlü dokumacılıkta hammadde temini konusunda yüzlerce yıldır kendi topraklarını kullanabiliyorlardı. Oysa, pamuklu dokuma endüstrisinde kullanılan ham pamuk yönünden İngiltere iklimi elverişsizdi. Belirtilen nedenle, İngiltere pamuk endüstrisinde sömürgelerinde üretilen pamuğu kullanmak zorundaydı ve kullandı.
İngiltere sömürgeciliğinde, mümkün olan her yerde hammadde ve mamul mal ticaretinde tekel piyasaları oluşturularak her iki yönde de fiyat kontrolü sağlanması en önemli ilke olmuştur. Bu ilke doğrultusunda, her İngiliz sömürgesi, hammaddeleri sadece İngiltere’ye en ucuz fiyatla satmaya, mamul malları ise İngiltere’den en pahalı fiyatla satın almaya zorlanmaktaydı.
Buna ilave olarak, İngiliz kapitalizmi, İngiltere sanayileşmiş bir ülke haline geldikten sonra, sömürgeleştiremediği, fakat, hammaddeyi temin edebileceği ve bitmiş ürünleri ihraç edebileceği sanayileşmemiş ülkeleri “serbest ticaret” için zorlamaya başladı. Sözkonusu zorlamada, gelişmiş donanması ve askeri gücünü de etkinlikle kullandı.
Dediğim gibi, sanayi devriminin getirdiği verimlilik artışı, üretim kapasitesinin beslenebilmesi ve kar maksimizasyonu için İngiliz sanayisi dış pazarlarını büyütmek zorundaydı. İşte bu pazar büyütme ihtiyacının karşılanmasında, İngilizler, temelde merkantilist esaslı başlıca şu yolları kullandılar:
Sömürgecilik,
Serbest ticaret anlaşmaları,
Ulusal tekeller oluşturma,
Ulusal teknolojinin korunması ve ülkeye yeni sanayi teknolojisi ithalinde teşvik için patent hakları,
Riski dağıtmak, karı yaymak ve merkezi hazineye olan maliyeti azaltabilmek için anonim şirket yapılanması,
Dünyanın en büyük deniz (askeri ve ticari) ve Avrupa’nın en güçlü askeri kara güçlerinden biri olmak,
Büyük askeri gücün pazar büyütmede etkin kullanılmasını sağlayacak bir yayılmacılık stratejisi,
Dış ticarette, aldığından çok satma.
Bu politikaların gerçekleştirilebilmesi için İngiltere’nin güçlü bir orduya sahip olması ve özellikle çok güçlü bir deniz gücü oluşturması (ticari ve askeri) gerekiyordu. Güçlü ordu ve güçlü deniz gücü ise yeni teknolojileri ve sanayi gücünü kullanmadan kurulamazdı. Sonuçta, İngilizler ve daha doğrusu İngiliz kapitalizmi bu bileşimi en başarılı şekilde bir araya getiren Avrupa ülkesi olduğundan 19.YY itibariyle “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” haline geldi. İngiltere, 19.YY’da küresel ekonomik imparatorluğunu kurduktan sonra, uyguladığı koruyucu-geliştirici-kar maksimizasyoncu sanayi politikaları ile “sömürgelerini hammadde tedarikçisi” ve “anakarasını da üretim merkezi” olarak başarıyla kullanarak uluslararası ticaretin “tekelci gücü” haline gelmeyi başardı.
İngiltere’nin 1919 yılındaki sömürgelerini gösteren aşağıdaki harita, sanırım fazla söze gerek bırakmaz. İngiltere ana ülkesi ile sömürgelerinin coğrafi büyüklükleri arasındaki dengesizlik, ana ülke ve sömürgelerdeki nüfus arasında da sözkonusuydu.
Yukarıdaki haritada gösterilen sömürgelerin yanısıra, İngiliz sömürgesi haline getirilmesi mümkün olamamış diğer bir kısım ülkeler ise İngiliz askeri gücü kullanılarak, adeta tek tipleştirilmiş “serbest ticaret anlaşmaları” imzalatılmak suretiyle İngiliz sanayisinin genişleyen (hammadde alım ve mamul mal satım) pazarları haline getirilmişti. Çin ve Osmanlı İmparatorluğu da bu ülkeler arasındaydı.
Bir kez daha vurgulamakta fayda var: İngiltere ve bugünün gelişmiş sanayi ülkelerinin hepsi de kalkınma süreçlerinin önemli bir kısmında “korumacı sanayi ve ticaret politikaları” uygulamışlardır.
Bir başka yazımda, sanayileşmede Kore örneğine değinmiş (İlgili yazıyı okumak için tıklayınız)ve sanayileşmeden kalkınamaz, bebek sanayilerinizi korumadan da sanayinizi geliştiremezsiniz demiştim.
Doğru muydu?
Doğruydu…
3.10.SERBEST TİCARET MASALI VE İNGİLTERE-ÇİN AFYON SAVAŞLARI
Çin’in Avrupa ile ilk teması 13. ve 14.YY’lara, yani Marco Polo zamanına kadar gider. Ortaçağdan itibaren başlayan ve özellikle 17.YY’dan sonra artış gösteren misyonerlik faaliyetlerine, Çin, Avrupa ile ticaret ve ilişkilerini minimum düzeye indirerek karşılık vermişti. Bu politikaya “Çin’in batıya kapanma politikası” da denir. Kapanma döneminde Çin, Avrupa’ya sadece Kanton limanını sınırlı ölçüde açmıştı. Limanı kullanan Avrupalı tüccarlar, sadece buradaki Çinli tüccarlar ile muhatap olabiliyor ve Çin halkı ile doğrudan ilişki kurma imkanları bulunmuyordu.
19.YY’a kadar bu şekilde devam eden Avrupa – Çin ilişkilerinde, bu yüzyılın ortalarına doğru İngiltere, Portekiz, Fransa ve ABD ile ilişkilerde gelişme yaşandığı görülür. Batı kapitalizmi Çin’i gözüne kestirmiştir. Büyük Çin pazarı gözlerini kamaştırmakta, ancak Çin İmparatorluğu “Serbest Ticarete” gönüllü olarak yanaşmamakta ve dış ticaret açığı verecek ekonomik politikalar da izlememektedir.
Bu nedenle sürekli Çin üzerine oynamaktadırlar…
İngilizler, Çin’e Hint pamukluları ve afyonunu satıyor, onlardan İngiliz piyasasında talep gören çay, ipek ve Çin porselenleri alıyorlardı. Çin ile olan ticarette, İngilizler sürekli açık veriyorlar ve Çin yönetimini, bir türlü yapılan ticarette açık verecek bir ekonomik politika izlemeye ikna edemiyorlardı. Oysa, bu durum merkantilist ekonomik politika anlayışı bakımından da İngiliz ekonomisi tarafından da kabul edilemezdi. Serbest ticaret yolu ile dış ticaret açığı kapatılamıyorsa başka yollar aranması gerekiyordu.
Legal ya da illegal olması fark etmez…
O zaman, İngilizler de Doğu Hint Şirketi (East Indian Company) aracılığıyla Hindistan’da ürettikleri afyonun Çin’e ihracını arttırdılar. Legal ve illegal yollardan.
Batılı misyonerler de afyon maddesinin Çin limanlarına kolayca girmesinde ve halk kullanımının yaygınlaşmasında destek oldular. Geleneksel Çin tıbbında ilaç yapmak için kullanılmış olsa da zamanla halkın kullanımı yaygınlaşmaya başladığında, bu durum önemli bir uyuşturucu bağımlılığı sorunu yarattı. Kısa sürede nüfusun önemli bir kısmına yayılan afyon kullanım alışkanlığı Çin’de çok büyük sıkıntılara sebep oldu. O dönemde madde bağımlılığı hakkında yeterli bilgi yoktu. Çinlilerin büyük bir bölümü tarafından afyon kullanımı masum görülmekteydi. Hatta, bir kısım Çinliler, çocuklarına uslu durmaları ve rahat uyumaları için afyon verebilmekteydi.
Çin’de milyonlarca afyon bağımlısını mevcut hale getiren bu ticaret sonucunda, İngilizler Çin ile olan dış ticaret açıklarını kapatmayı başarırlarken, Çin halkı perişan hale gelmişti. Sonunda, Çin yönetimi tehlikenin farkına vararak afyon kullanımını ve ticaretini yasaklayarak İngiliz tüccarların Guangzhou’daki (Kanton) afyon depolarına el koydu. Birkaç gün sonra, sarhoş İngiliz denizcilerinin Çinli bir köylüyü öldürmesi ve Çin adaletine güvenmeyen İngilizlerin, sanıkların Çin mahkemelerinde yargılanmasını kabul etmemesi üzerine gerginlik daha da büyüdü.
Öyle ya da böyle Çin dış ticaret açığı vermeye devam etmeliydi.
Ve Birinci Afyon Savaşı patladı.
1839 yılındaki Birinci Afyon Savaşı İngiltere’nin savaşı kısa sürede kazanmasıyla sona erdi. Bu Çin’in bir Avrupa ülkesi ile yaptığı ilk savaştı.
Çin, 28 Ağustos 1842 tarihinde Nanking anlaşmasını, 1843 yılında ise Bogue Ek Antlaşmalarını imzalamak zorunda kaldı. Tahmin edileceği üzere ağır tazminat ve yaptırımlar içeren bu antlaşmalarda:
Çin, Hong-Kong’u İngiltere’ye 99 yıllığına zorla kiraya verdi.
Kanton, Şanghay limanlarıyla birlikte diğer 3 (Ningou, Amoy ve Fucou) önemli liman Avrupalı tüccarlara açılmak zorunda bırakıldı.
Suç işleyen İngiliz vatandaşlarının İngiliz mahkemelerinde yargılanması kabul edildi.
İthalata ve ihracata sabit gümrük vergisi uygulanacaktı.
Gümrüklerde, el koyma ve denetleme yapamayacak olan Çin devleti limanlara gelen her türlü malın girişine izin vermek zorunda bırakıldı. Bu imtiyazlar sonucunda, Çin batılı devletler tarafından giriş çıkışlara ve her türlü ithalata açık bir pazar durumuna geldi. Çin’in güçsüz durumunu fırsat bilen ABD ve Fransa da kendilerine pay çıkararak Çin yönetimine benzer antlaşmalar imzalattılar. Bu kapsamda, Çin; 1844 yılında ABD’yle Vanghia ve Fransa ile Whampoa antlaşmalarını imzalayarak bu devletlerin de benzeri imtiyazlar elde etmelerine engel olamadı. Fransa’nın girişimi ile Katolik misyonerlere Çin’de bazı haklar sağlandı. 1845’te bu haklar bazı Protestanları kapsayacak şekilde genişletildi. 1846’da Çin, Katolik Kilisesi’nin yeniden kurulmasına izin vermek zorunda kaldı.
Çin’deki Hıristiyan misyonerlik faaliyetleri ise daha 16.YY’da (hatta 13.) başlamıştı. 16.YY’da Portekizlilerin deniz yoluyla Asya topraklarına girmeleri ile Katolik misyonerler bölgeye gelmişlerdi. Protestan misyonerler de Katoliklerden geri kalmadılar. Özellikle 1807’de London Missionary Society, 1834’de American Babtist Missionary Union ve 1835’te Board of Foreign Missions of the Protestant Episcopal Church in the United States, 1836’da British and Foreign Bible Society ile Church Missionary Society, 1841’de Alman misyoner örgütü German Missions of Basil and the Rhine Çin’de faaliyet gösteren başlıca Hristiyan misyonerlik örgütleriydi.
Bütün bu gelişmeler, Çin’in geleneksel inanç sistemi olan “Konfüçyüsçülük”ün gerilemesine ve büyük bir ahlaki çöküşe de yol açtı.
Çin, bu tür anlaşmalarla, adeta sömürge olmayan sömürge haline getirilmiş ve gümrük gelirleri düşmüştü. Ayrıca, batı ülkeleri ile yaptığı dış ticarette fazla verme geleneği de sona ermiş, açık vermeye zorlanmıştı. Üstelik, yasaklamaya çalıştığı uyuşturucu madde ticareti de yeniden serbest hale getirilmişti. Bu dönem, artan yoksulluk ve yaygın uyuşturucu kullanımının Çin toplumu üzerindeki yıkıcı etkilerinin Çin halkı tarafından algılanmaya başlandığı bir dönemdir. Aynı zamanda, İngiliz ve yabancılara karşı tepkilerin geliştiği de görülür. Bu tepkilerin başında, Çin’in eski dönemlerine özlem duyan ve son dönemdeki gelişmelerden memnun olmayanların çıkardığı ayaklanmalar ve özellikle 1851 tarihli Tai-Ping ayaklanması gelir. Sözkonusu ayaklanmada 20 milyondan fazla insan ölmüştü.
Tai-Ping ayaklanmasından yararlanmak isteyen İngiltere ve Fransa, ilk önce Kanton’daki Çin hükümeti temsilcisine başvurarak, Nanking ve Whampoa antlaşmalarının genişletilmesini istediler. Temsilci bu isteği reddetti. Fakat, tesadüfe bakın ki, 1856 yazında bir Katolik papaz öldürüldü. Ekim 1856’da Kanton polisi bir Çinliye ait ve mürettebatı da Çinli olan, ancak, İngiliz bandırası taşıyan Arrow (Ok) adlı bir gemiyi kaçakçılık ve korsanlık nedeniyle alıkoydu. Bu iki olaydan sonra Kanton’da bir kısım karışıklıklar çıktı. Ok Savaşı olarak da bilinen İkinci Afyon Savaşı da böylelikle başlamış oldu.
Aslında, İkinci Afyon Savaşı, ticari ayrıcalıklarını artırmak isteyen İngilizlerin Arrow adlı gemideki İngiliz bayrağının indirilmesini bahane ederek başlattıkları bir savaştır. Bir Fransız misyonerin öldürülmesi de Fransa’nın İngiltere yanında savaşa katılmasına vesile olmuştur.
Savaş 1857 yılı Aralık ayında İngiliz ve Fransız donanmasının Çin liman ve şehirlerini top ateşine tutması ile başladı. Çin temsilcisinin sarayına gidilerek temsilci esir edildi. Bu zorlamaya rağmen Çin hükümeti yine de direndi. 1858 Mayısı’nda İngiliz ve Fransız donanmaları Pe-chili (Bo Hai) körfezine gelince, Çin yönetimi görüşmelere razı oldu. Çünkü, İngiltere ve Fransa Pekin’e çok yaklaşmışlardı.
19.YY İngilteresi, sanayi devrimini yapmasının üzerinden yaklaşık 100 yıl geçmiş olan, zamanının en güçlü askeri ve teknolojik gücüne sahip olan bir ülkesiydi. Çin ordusunu kısa sürede bozguna uğratması zor olmamıştı.
Haziran 1858’de Tianjin(TİEN-TSİN) Anlaşması’nın imzalanmasıyla savaşın ilk bölümü sona erdi. Anlaşmaya Fransa, Rusya ve ABD de taraf oldular. Bu anlaşmayla Çin on bir limanını daha batılı devletlerle ticarete açacaktı. Fakat, Çin hükümetinin imzaladığı anlaşmanın onay süreci imparator tarafından geciktirilince savaşın ikinci aşaması başladı. İngiliz-Hint ve Fransız birlikleri(11.000 İngiliz-Hint ve 6.700 Fransız askerinden oluşan kuvvet) 1 Ağustos 1860 tarihinde Hong Kong’dan hareket ile Pei Tang yakınlarında karaya çıktı. 21 Ağustos’ta Dagu Kalesi’ni ele geçirerek, 26 Eylül’de Pekin’e ulaştılar ve 6 Ekim’de şehri ele geçirdiler. Yazlık Sarayı ve Eski Yazlık Sarayı yakıp yıktılar. Saraylarda bulunan paha biçilmez sanat eserlerini de yağmaladılar. Sonunda, 1858 Tianjin Anlaşması Pekin Antlaşması ile genişletildi ve Çin İmparatoru tarafından 18 Ekim 1860’ta onaylandı.
Yeni antlaşmanın şartlarına göre;
Batıya açılan limanlara yenileri eklenecek,
Azınlık hakları artacak,
Afyon ticareti serbest bırakılacak,
İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, o zamana dek yabancılara kapalı olan Pekin şehrinde temsilcilik açabilecek,
Fransa’yla İngiltere’ye çok ağır tazminat ödenecek,
Misyonerler ülkenin her yerinde serbestçe faaliyette bulunabilecek ve Çin imparatorluğu Hristiyanlığı seçecek olan vatandaşlarına bir yaptırım uygulayamayacaktı.
Bütün bu gelişmeler sonucunda, Çin’in uzun yıllar dışa kapalı tutulan geleneksel yapısında önemli bir yıkım oluştu. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın sömürgeci devletleri, 19.YY’da kendi pazarları olmaya zorladılar ya da sevdikleri söylemle “Serbest Ticarete” direnen Çin’i, askeri güç kullanarak bir sömürge pazarı haline getirdiler. Halkını uyuşturucu bağımlısı yaptılar. Sanayi öncesi Çin, direnmek için yaptığı iki savaşta da yenilmekten kurtulamadı. Çinliler sonradan bu dönemi “Onursuzluk Yüzyılı” ya da “Utanç Yüzyılı” olarak adlandıracaklardı.
Değerli okuyucu bugünkü Çin’i anlamak istiyorsa, burada özetlediğim Afyon Savaşları’nı ve Çin’in sonraki tarihini ekonomik yönden incelemek zorundadır. Bu yapılmadan bugünkü Çin gerçeği anlaşılamaz. Serbest ticaret masalının kimleri uyutmak için uydurulduğu da anlaşılamaz. Bu masal anlaşılmadan antiemperyalist de olunamaz.
Avrupa’nın feodal üretimden kapitalist üretime geçişinin dünya ekonomisinde yarattığı çok boyutlu değişimin özünü anlayamayanlar, 21.YY ekonomik gerçeklerini de anlayamaz. Ekonomik gerçekler anlaşılmadan, bunların temel belirleyici etkeni olduğu sosyal ve siyasal değişim süreçlerinin anlamı doğru değerlendirilemez. Serbest ticaret ve küresel pazar oyununun kaybeden oyuncuları olmaktan da kurtulunamaz.
Masal ekonomisini değil, ekonomi tarihinin gerçeklerini bilebilmek için bu uzun yazımızı okuyanlara teşekkürler.