13/12/2024
ATATÜRK VE TÜRK DEVRİMİTÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANDIMIZ TÜRK MADDİ VE MANEVİ VARLIKLARININ YÖNETİLMESİ İLE DOĞRUDAN İLGİLİDİR

Last Updated on 20/06/2024 by ahmet can ayışık

blank

 

 

 

Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım.

Osmanlı, Avrupa’da buharın sanayiye uygulanması ile başlayan sanayi devrimine üretim rekabeti ile cevap veremedi.

Aslında, Osmanlı’nın cevap veremediği Avrupa’da  kapitalist üretime geçen ulusal ekonomilerin  yeni “ulusal üretim ve kazanç sağlama” stratejileriydi.

İnsanlar gibi şirketlerin ve devletlerin de maddi – manevi varlıklarının iyi yönetilmesi ihtiyacı vardır.

Benim kuşağım için her sabah okulda söylediğimiz “andımız” önemlidir. Bu nedenle öncelikle andımız ile ilgili birkaç hususa değinmek istiyorum.

Sonradan biraz değiştirildi, ancak “Andımız”ın 1960’larda bizim okulda söylediğimiz hali aşağıdaki gibiydi.

“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.

Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.

Yasam;

Küçüklerimi korumak büyüklerimi saymak,

Yurdumu ulusumu özümden çok sevmektir.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”

Şimdilerde bir kısım vatandaşlarımız tarafından tek yanlı koşullanma veya ırkçı çağrışım yaratması nedenleriyle eleştirildiğini ve karşı çıkıldığını duysak da bizler severek ve inanarak söylerdik. Henüz biraz değişik şekli okullarımızda söylenmeye devam etse de belki bir süre sonra sadece anılarda kalacak bir söylem olacak ya da daha da değiştirilmiş bir halini duyacağız.

Eğitim tarihimizde apayrı bir yeri olan bu andı, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, Cumhuriyet’in 10.yılında, 23 Nisan 1933 günü kendi çocuklarıyla bayramlaşırken önce onlara söyletmişti. Daha sonra da bir genelge ile okullarda söylenmesi uygulaması başlatılmıştı.

Andın, Türk’üm diyerek başlamasını ise bir ırkçılık yansıması olarak değil, Atatürk’ün 10. yıl Nutku’nda yer alan “Ne mutlu Türk’üm diyene” ifadesindeki kültürel, duygusal kapsamda değerlendirmek gerekir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus ve ulusçuluk anlayışının, temeli kültür olan bir ulusçuluk ve Türklük anlayışı şeklinde olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, şanlı Türk devrimi ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, etnik köken ve din-mezhep ayrımı gözetilmeksizin vatandaşlık bağı bulunan herkes Türk kabul edilmiştir.

Sözkonusu andın “Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, ulusumu özümden çok sevmektir” denilen bölümü güzel bir ahlak öğretisini ve yurt sevgisini dile getirmektedir. “Ülküm yükselmek, ileri gitmektir” bölümü, gelişme ve çağdaşlaşma gözeten Cumhuriyet idealini yansıtmaktadır.

Türk devriminin “ulusal ülküsü” Atatürk tarafından 10. yıl Nutku’nda; “Ulusun yüksek karakterini, çalışkanlığını, doğuştan gelen zekasını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve ulusal birlik duygusunu sürekli olarak ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek” olarak belirtilmişti.

Dolayısıyla, 10. Yıl Nutku ve Cumhuriyet Türkiyesi ilkokullarında her sabah söylenen bu ant, şanlı Türk devriminin yeni nesilleri için belirlediği ülkünün çok güzel bir şekilde ifadesidir aslında.

blank

Andımız ile başladık; oradan Cumhuriyet’in bir başka Türk ifadesine gelelim…

Büyük Atatürk, neden  “Ne mutlu Türk’üm diyene!”  ifadesini kullanmıştır da, “Ne mutlu Türk olana” dememiştir.

Büyük önderimizin, konuşma ve yazma dilinde sözcükleri kullanmadaki yeteneğini biliyoruz. Atatürk, ulusçuluğu (Milliyetçilik anlamında) bir kafatası ulusçuluğu  olarak düşünmemekteydi.

Aslında, vurgulamak istediğim konu bu olmadığından  kısaca değinerek geçeceğim. Kurtuluş savaşını yürüten kadrolar, o günün koşullarında yeni bir cumhuriyet kurdular. O günkü dünya günümüz dünyasından oldukça farklı dış ve iç dinamikler içeriyordu. Dünyaya egemen değerler de bugünkünden oldukça farklıydı. Bir uluslar ve dinler mozayiği olan “Büyük Osmanlı İmparatorluğu”nun parçalanmasında, dönemin iç/dış dinamiklerinin etkisini çok taze yaşamış o kuşağın belleklerindeki acı anımsamaların/deneyimlerin yoğun etkisiyle, yeni kurdukları cumhuriyeti benzer tehditlerden korumak güdüsüyle davrandıklarının kabulü ve o dönemdeki  bazı yaklaşımlarını bu gözle değerlendirmek  gerekmektedir.

Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı Türk milleti tanımı etnik ve dinsel temele vurgu yapmaz: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye  halkına Türk milleti denir.”

Bu tanım, 1930’larda liselerde okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” ders kitabında da  böyle yer almıştır (PDF formatta sitemizde yer alan Medeni Bilgiler  kitabına ulaşmak için tıklayınız)

Ve şöyle de yazmıştır:

“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

Mustafa Kemal Atatürk’e göre:

“…Türk milletinin oluşumunda etkili olan doğal ve tarihsel olgular; siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve köken birliği, yurt birliği, tarihsel akrabalık, ahlaki yakınlıktır…

A- Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,

B- Beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi bulunan,

C- Ve sahip olunan mirasın korunmasında beraber devam etmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet denir…”

Öğrenci andındaki Türklük, Anayasamızda sözü edilen Türklük gibidir. Yani, bir ırk ve etnisitenin ortak adı olarak kullanılmamış, bir ulusun, bir milletin ortak adını anlatmak için kullanılmıştır. İşte tam da bu nedenle, Danıştay 8.Dairesi 2009 yılında ırkçı ifadeler içermesi nedeniyle öğrenci andının kaldırılması talebiyle açılan davayı oy birliğiyle reddetmiş ve şu gerekçeyi ileri sürmüştür:

“…Anayasa’nın 66. maddesinde, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür hükmüne yer verilmiştir. Türk sözcüğü bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları, herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adıdır…”

Evet efendim bu gerçek böyle bilinmelidir.

Avrupa ve dünyada 1789 Fransız Devrimi ile ulusçuluk ve ulus devlet yapılanmasının egemen olduğu yeni devlet yapılanmalarının ortaya çıktığı, çok uluslu imparatorluklar döneminin sona erdiği genel kabul görür. Avrupa’daki ulus devlet yapılanmasının yaygınlaşmasından en çok etkilenen imparatorluklardan biri de adeta bir dinler ve uluslar mozaiği şeklindeki yapısıyla Osmanlı İmparatorluğu olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, ulus devlet karşısındaki gerilemesine İslamcılık ve Osmanlıcılık akımları çözüm olamayınca, 20.YY’da Türkçülük akımı ortaya çıkar. 1909’da Türk Derneği, 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti, 1912’de Türk Ocakları kurulur. 1908 -1918 Döneminde iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkası ekonomide, siyasette Türkçü politikalar izler.

1912 – 1913 Balkan Savaşları ve Osmanlı’nın buradaki önemli toprak kayıpları Türkçülük ile ilgili bilinci ve uygulamaları yaygınlaştırır. 20.YY’a gelindiğinde Osmanlı’nın ancak bir ulus devlete dönüşerek varlığını sürdürmesinin tek çıkar yol olduğu ve bu varlığı sürdürebilecek tek ulusal unsurun da TÜRK ULUSU olduğu anlaşılmaya başlanmıştır.

Elbette, İmparatorluktan ulus devlete geçişin en önemli koşulu “tebaa” olmaktan “yurttaş” olmaya geçebilmeyi başarmaktı. Bu dönüşüm 20.YY’ın Türk Ulus Devleti’nin kuruluşundan sonraki kısmına kadar sağlanamadı. Şanlı Türk Ulus Devrimi’nin bu dönüşümü içeren en önemli kısmı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne nasip olacaktı.

 

İşte size 3 soru/cevap.

1.Biz hangi ülkede yaşıyoruz?  

– “Türkiye”de.

2.Biz hangi bayrak altında yaşıyoruz?

– “Türk Bayrağı.”

3.Türkiye’de Türk bayrağı altında yaşayanlar kimlerdir?

– “Türk vatanını Türkiye olarak kabul edenler ve kendisini   bu ülkenin vatandaşı olarak görenlerdir.”

Yukarıdaki tesbitleri yaptıktan sonra, o zamanları biraz daha iyi anlayabilmek adına   Osmanlı İmparatorluğu’nun  çöküşünün önüne geçilememesine yol açan  iki temel olguya değinelim.

  • Osmanlı, ekonomik anlamda, Avrupa’da kapitalist üretim tarzının ve sanayi devriminin yığınsal üretim dönüşümüne, üretim bazlı rekabet ile cevap verememiştir. Bu cevap veremeyiş ve geç kalış, yani zamanında sanayileşememe ve teknolojisini üretememe süreci, değişen dış dinamiklerin de etkisiyle Osmanlı’nın ekonomik anlamda güçsüzleşmesine veya diğer ülkelerin Osmanlı karşısında ekonomik anlamda daha güçlü hale gelmesine yolaçmıştır. (Yığınsal üretim ucuz işgücüne, bol hammade/ara malına ve daha büyük pazarların kontrol altına alınması ihtiyacının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.)
  • Osmanlı’nın bir “uluslar ve dinler mozaiği şeklindeki yapısı” bir dönem dış dinamiklere bağlı olarak hızla büyümesini kolaylaştırırken, Avrupa’daki sanayi devriminin ardından yükselişe geçen ulus devlet ve onun ideolojik üstünlüğüne direnememiştir.

Demek ki, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların güçsüz sanayi, güçsüz ekonomi ve ulus/milli olma  konularındaki hassas tepkisel düşünce içerisinde olmalarını doğal karşılayacağız.

Gelelim asıl konumuza; “Varlığımız dediğimizde ne anlıyoruz?”

Her insanın bir maddi varlığı, bir de manevi varlığı vardır. Maddi varlık kavramı,  dar anlamda parasal değeri ifade eder genellikle. Geniş anlamda ise kişinin bütün maddesel varlığını anlatmak için kullanılır. Yani insanın fiziksel varlığının tüm unsurlarını  kapsar.

Manevi varlığımızdan söz edildiğinde   ise varlığımızın maddesel olmayan diğer bütün unsurları anlaşılır. Yani, ruhumuzdur, İnancımızdır,  manevi alandaki bütün inanç, varlık ve değerlerimizdir. Karakterimiz ve kültürümüzdür.

Bir insanın maddi varlığını doğru yönetmesi, bedensel varlığına değer vermesi, sağlıklı beslenmesi, sağlığı için yararlı şekilde davranarak yaşamasıdır.  Bugünkü bilimin doğru kabul ettiği şeyleri uygulamasıdır. Bugünkü bilim dedim, çünkü, dünkü bilimin dedikleri farklı olabilir. Yani, bilimin gelişmesini izlemek gerekir. İzleyemezseniz, bugünün bilimsel gerçeklerini ıskalarsınız.

Türk toplumu, böyle giderse, önümüzdeki 40-50 yıl içinde tamamının diyabet hastalığına yakalandığı bir toplum haline gelecek. Yanlış beslenme ve hareketsiz yaşam, yanlış yönlendirmelerin ortak sonucu. İnsanlarımızın çok büyük kısmının, en önemli maddi varlığı olan bedenlerine zarar verecek şekilde beslendiğini, yaşadığını ortaya koyuyor.

Başka bir deyişle; insanlarımızın önemli kısmı, maddi varlıklarını yönetmede başarısız.

Yukarıda yazdım; bir insanın maddi varlığı denildiğinde sadece bedensel varlığı anlaşılmaz. Onun parasal varlığı anlamına da gelir. Peki, insanımız, toplumumuz parasal varlığını yönetmede başarılı mı?

Cevabı burada  yazmayayım.

Kararsız kalan okuyucu bu blogda yer alan diğer yazılarımı okuyarak kesin bir sonuca ulaşabilir.

İnsanın manevi varlığı da benzer şekilde değerlidir. Manevi varlığınız için, yani, ruhunuzun sağlığı için doğru şekilde onu da beslemeniz gerekir. Doğru şekilde ruhunuzu geliştirmeniz ve doğru değerleri benimseyecek şekilde eğitmeniz gerekir. En önemli ruh eğitme yollarından biri de kitaplardır sözgelimi. Uygun kitapları okuyarak ve uygun değerleri benimseyerek hem kendinize, hem ülkenize, hem de dünyaya faydalı olacak bir manevi varlığa sahip olmayı başarabilirsiniz.

Ülkeniz ve vatanınız için doğru değerler; onu sevmek, ona değer katmak ve onun için çalışmak ve gerekirse onun için ölebilmektir sözgelimi…

Vatansever olabilmekten söz ediyorum; vatanseverlik, manevi varlık yönetimindeki  en önemli “başarı” örneğidir.

Kişiler için geçerli olan bu gerçeklik, devlet ve örgütlü diğer topluluklar  için de geçerlidir. Örneğin, şirketlerin maddi varlıkları, para ile ifade edilen mali tablolarında yer alır. Yani, bu bakımdan şirketlerin maddi varlıkları, fiziksel durumlarının/varlıklarının para ile ifade edilmiş halidir. Şirketin manevi varlıkları ise o şirketin değerleridir,  ruhudur, karakteridir yani kültürüdür.

Eğer bu devlette birlikte yaşayacaksak, hepimizin varlığı ülkemize armağandır. Bu ülke hepimizin vatanı olan Türkiye’dir. Türkiye’ye armağan olan şey de aslında hepimize armağan edilendir. Yani, hepimizin varlığı yine hepimize armağan olmaktadır. Ve bu durum,  gerçekten de çok güzel bir durumdur. Mutlulukla kutlamamız ve özümsememiz gereken çok güzel bir durumdur.

blank

Tıpkı insanın maddi ve manevi varlığı gibi devletlerin de maddi ve manevi varlıkları olduğunu kabul ettiğimizde, bir devletin  iyi yönetilebilmesinin, sadece maddi varlıklarının iyi yönetilmesinden ibaret olmadığı noktasına geliriz. Nasıl ki, sadece maddi varlığını iyi yöneten bir insan, manevi varlığını iyi yönetmeyi başaramadığında kendini iyi yönetiyor sayılamaz ise bir devletin  iyi yönetilebildiğinin söylenebilmesi için maddi ve manevi varlıklarının birlikte iyi yönetilebildiğinin söylenebiliyor olması gerekir. Örneğin, bir ülkenin petrol kaynaklarını iyi yönetiyor olsanız bile, inançlar sistemini iyi yönetemiyorsanız ülkede iç barışı/düzeni sağlayamayabilirsiniz.

Bu durum, ticari amaçlı topluluklar olan şirketler için de doğrudur.

Dünyadaki en başarılı şirketlere baktığımızda, birçoğunun diğerlerinden   manevi varlıklarının etkin yönetimi ile farklılaştıklarını kolayca görebilirsiniz. Maddi varlıklar ile  farklılık yaratma sadece ilkel örgütlenmelerde öne çıkan bir temel yaklaşımdır. Geleceğin uygar dünyası, sadece maddi varlıklarıyla farklılık yaratacağını sananların değil, manevi varlıklarının değerini öne çıkartarak geleceği öngörebilenlerin daha büyük pay alacağı bir dünya olacaktır.

Yaşam çevrimi insana göre daha uzun olan her türlü kalıcı topluluk örgütlenmesinde (Devlet, şirket vb.) manevi varlık yönetiminin önemi gitgide daha da fazla anlaşılacak ve benimsenecektir.

Gerçek liderler, manevi varlık yönetimindeki başarılarıyla gerçek lider olmuşlardır. Hem kendilerinin, hem birlikte olduğu toplulukların sadece maddi varlık yönetimine odaklananlar  gerçek lider olamazlar. Onlardan, iyi (maddi varlık ) yöneticiler çıkar  sadece.

Liderler değer katar; diğerleri ise sadece satar…

Kalıcı başarı hedefleyen her şirket ve her devlet, maddi varlığı kadar, hatta çok daha fazla manevi varlığına sahip çıkmak, onu geliştirmek ve iyi yönetmek zorundadır. İnsanlarda olduğu gibi!

Ve nasıl ki, bir devletin vatandaşları, sahip oldukları doğru manevi değerler nedeniyle maddi menfaat için vatanlarını diğer ülkelere satmamalı iseler, doğru manevi değerlere sahip şirket ortakları ve sahipleri de şirketlerini maddi menfaat için vatanlarının, milletlerinin dışındaki ülkelere satamazlar. Satmamalıdırlar.

 

blank

blank
A.Can Ayışık

 

error: Content is protected !!